Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi olan ülkelerde bir arada yaşamanın geniş kapsamlı bir pratiğinin tecrübe edildiği düşünülebilir. Bu bir yönüyle doğru ama bir yönüyle yanlıştır. İmparatorluk sistemi içinde yer alan farklı etnik kökenden insanlar şöyle veya böyle birlikte uyumlu yaşamanın yolunu bulmuşlardı. Ancak yeni bir rejim ya da siyasal sistem zuhur edip de birçok milletten tek bir millet oluşturmanın amaçlanması ve hayata geçirilmesiyle beraber yepyeni ve oldukça yapay olan bir toplum meydana gelmiş oldu. Daha evvel komşu olan, akrabalık kuran, borç alan, omuz omuza savaşan, yemek yiyen, dini bayramları birlikte idrak eden, sair pek çok ortak aktivitede bulunan ve bulunmalarını da hiç yadırgamayan insanlar aniden birbirlerine yabancılaşınca daha evvel farklı etnisiteler arasında kurulan ünsiyet bağı yeni hale müspet olarak dönüşemedi. Herkes kendini “öteki”ne göre tanımladı. Bu milli devlet olmanın gereği olarak görüldü tüm dünyada olduğu gibi. Tektipleşmenin aslında kültürel zenginliği yok eden bir adım olduğu anlaşılamadı ne o işin bidayetinde ne de nihayetinde. Oysa biz daha düne kadar ortak bir yaşam alanına sahip değil miydik? Aynı sokakları, binaları ya da bahçeleri paylaşmıyor muyduk? Bir arada yaşamanın derin pratiğini haizken nasıl ivedilikle başkalaşabildik? Arthur Schopenhauer “Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler” kitabında okurlarca da bilinen meşhur bir hikâye anlatıyor. Konuyla oldukça ilişkili olduğu için doğrudan alıntılıyorum:
"Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise ne sıkıntı vermek ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler."
Birbirinin alanına girmeden yaşamayı öğrenebilmeli insan. Ne öteki olacak kadar uzaklaşmalı ne de özgürlüğünü engelleyecek kadar yakın. Özgürlük tam da zaten Rosa Luxemburg'un ifadeleriyle "ötekinin özgürlüğü" değil midir? Bu çok derin bir ilkedir kanaatime göre. Hatta Voltaire'in şu sözü de bu ilke ile benzerlik gösterir: "Düşüncelerine katılmıyorum ama düşündüklerini söyleyebilme hakkını sonuna kadar savunurum." Derin olmasının yanında bir o kadar da basit bir düstur iken insanın/topluluğun düşüncelerinde ya da hayat pratiklerinde yer alan belli kalıpları mutlak doğruymuşcasına bir başkasına dayatması neden? Ben bunu seviyorum, böyle yapıyorum ve böyle inanıyorum demenin sorgulaması yapılabilir mi? Evet, bu sorgulama yalnızca öğrenmek için meşrudur bana kalırsa. Ama yargılamak ve kişileri tasnif etmek için olmamalıdır. Toplumun genel kanaati ne olursa olsun insan bildiği doğruları yerine getirebilmeli. Burada zor da olsa bir irade göstermeli. Çünkü şartlar nasıl olursa olsun, nasıl aleyhte gelişirse gelişsin insan doğru olanı yapmalı. Bir müddet sonra zaman doğru olanları haklı çıkaracaktır. Zira Aristo’nun Retorik’te geçen ifadeleriyle “Doğru ve haklı şeyler, doğal olarak karşıtlarına üstün gelebilecek bir özelliğe sahiptirler.”
Buna rağmen bazen doğru olanı yapamayabiliyor insan. Bir takım girift ilişki ve beklenti ağları gergef gibi sarınca inandığı yolda gidebilmek her zaman çok da kolay olmuyor tabii ki. Burada “minnet etmeme”nin kişinin özgürlüğünün devamı noktasında kuvvetli bir dayanak olduğu düşünüyorum. Hiçbir şeye minnet etmemek çok önemli bir düsturdur hayatta. İnsanı hür yapar herkese ve her şeye karşı. Fazladan ve hak ettiğinden fazla verileni almamalı insan. Sadece emeğinin karşılığı olanı yani hakkettiğini almalı ki sesi gür çıksın her türlü aymazlığa ve özgürlüğünün önündeki engellere karşı! Elhasıl, birbirlerinin hayatlarına müdahale etmeden, özgürlük alanlarına girmeden herkesin kendince yaşadığı bir toplum haline gelebilmek mümkün değil midir? Bu sorunun cevabı sosyolojik ve konjonktürel olarak değişebilmekle beraber böyle bir hayal kurmanın önünde herhangi bir engelin olmadığını düşünüyorum. Bir arada yaşamanın incelik ve zenginliklerinin her fırsatta anlatılmasını ve yazılmasını ayrıca çok kıymetli görmek lazım. Fakat bunları yaparken de asıl olanın usulden ayrılmamak olduğunu da unutmamak gerekir. Sözlerimizi birkaç defa düşünüp söylemeliyiz. Sözlerin menbaının kalp olduğunu da unutmamak gerekir. Mevlânâ' “Kalp deniz, kelime kıyıdır” der. Kalbimizi rehabilite ettiğimizde kelimelerin de düzelebileceği ümit edilir. Özetle denilebilir ki değişim kişide başlar. Bir arada özgürce yaşayabileceğimiz bir toplum, kişinin kendini rehabilite etmesini zorunlu kılmaktadır. Yine Mevlânâ'’dan bir alıntı ile bitireyim:
“Gelin dostlar gelin kardeşlerim
Gelin oturalım yan yana
Gelin bağdaş kuralım şu sedire
Anlaşalım bilişelim görüşelim.”
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.