Bir evvelki yazıda kemalizm ve demokrasinin/demokratikleşmenin tanımı üzerine durulmuştu. Bu yazıda ise demokratikleşme çabaları ile kemalizm arasındaki ilişkiye bakabiliriz. Bilindiği üzere, Türkiye çok partili hayata 1945 yılındaki Milli Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla geçmiş ve 1946 yılındaki seçimlerde CHP dışındaki partilerin de seçime katılabilmeleri mümkün olabilmişti. Bu tarihten evvel iki kez çok partili sisteme geçiş denemeleri yapılmak istendiği bilinmekle beraber buradaki niyetin gerçekten demokrasinin bir gereği olarak yeni partilerin kurulmasını teşvik etmek mi yoksa Tek Parti CHP’sinin içindeki birer güç mücadelelerinin bir sonucu mu olduğu hala oldukça tartışmalıdır. 1925 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri hariç Türkiye’de uzun yıllar CHP tek parti olarak Türk Siyasal Yaşamında yer almıştı. Aslında Tek parti Dönetimin Siyasal Sistemini anlayabilmek için biraz daha öncesini ele almak lazım gelir.
Osmanlı Devleti’nde özellikle İkinci Meşrutiyetle beraber siyasal ve sosyal alan oldukça hareket kazanmıştı. Bir çok parti kurulmuş, muhtelif içerik ve görüşte bir çok gazete ve mecmua neşredilmeye başlanmış ve bunun sonucunda sivil toplum bir hayli canlanmıştı. Altı asırdan beri varlığını muhafaza eden bu devletin, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkması Anadolunun boydan boya işgalini netice vermişti. İşgalden kurtularak bağımsızlığa erişebilmek maksadıyla Anadolu’da çok farklı etnisiteden bir çok insan aralarında herhangi bir ideolojik ortaklık bulunmasa dahi tek bir gaye etrafında çok hızlı örgütlenebilmişti. Ancak Lozan’ın imzalanması, Halifeliğin Kaldırılması ve irili ufaklı bir çok inkilap siyasal iktidarı elinde tutan gücün daha fazla otoriterleşmesine ve savaş yılları meclisinde tohumları atılan, kısmi de olsa ortaya çıkan ifade özgürlüğü ve siyasal çoğulculuğun rafa kaldırılmasına neden oldu. Anadolu insanını yok sayan siyasal iktidar, çoğulculuğun önünü sistematik olarak tıkamıştı.
İktidarın yeni sahipleri, ülkeyi yönetme ayrıcalığının kendilerine ait olduğunun inancını bu geniş kitlelere duyurmak ve kabul ettirmek istediler. Bunun için insanların geçmişle bağlantıları kesildi, yeni bir “resmi tarih” oluşturuldu, geçmişin herşeyi lanetlendi, “cumhuriyetin fazilet olduğu” telkinleriyle cumhuriyet bir siyasal yönetim biçiminden fazlaca olarak yüceltildi, toplumun iktisadi ve içtimai olarak geri kalmışlığının nedeni din ve toplumun gerici bir takım davranışları olduğu tespitine varıldı ve hayatın doğal akışına karşı çıkarak, tarihi seyri hiçe sayarak çok hızlı ve toplum adına, toplum için ve topluma rağmen bir çok inkilap gerçekleştirildi. Toplum bunların bir kısmını içselleştiremedi. İçselleştiremeyince ise resmi tahkikatlar ve jandarma tasallutları baş gösterdi. Oysa ki bu yeni rejim insanların kendi kendini kendi menfaati için yönetmesi olarak addedilmiyor muydu? Peki halk bu işin neresindeydi? Gazete manşetlerine yansıyan kadarıyla herkes halinden pekala memnundu. Yeni rejim insanlara mutluluk, fazilet ve ekonomik ferahlık getirmişti. Ama buna rağmen Anadoluda pek az şey iyileşmişti.
İktidarın belli bir zümreyle sınırlandırılması ve bu zümrenin bir resmi ideoloji etrafında (Kemalizm) örgütlenmesi halkın bu idelojiye uyumunun gerçekleştirilmesi açısından baskı altına alınmasına sebebiyet verdi. Halk tam anlamıyla itaat etmediğinde ya da ceberrut sistem içinde az da olsa nefes alma imkanı bulduğunda ise devlet tarafından organize edilen ve terörize eylemler olarak nitelendirebileceğimiz hadiseler vuku bulmuştur.
Serbest teşebbüs yerine devletçilik politikası takip edilmiş, böylece piyasa ekonomisinin önüne ciddi bir engel konulmuştur. Devlet kısmen de olsa, kendi burjuvazisini kendi yaratmış, bu yeni kesim ise “yönetenlerin ayrıcalığını” devam ettirmede pek çok zaman bürokrasiyle beraber hareket etmişlerdir. Halk, ekonomik durumları günden güne kötüleşmiş olmalarına rağmen, bu düzeni değiştirebilme ya da en azından ıslah edebilme yetilerinden bütünüyle mahrum bırakılmıştır. Belli aralıklarla önüne konulan ve ancak “biçimsel açıdan” var olduğu bile şüpheli demokrasi sandıklarından CHP’den başka bir parti tercih edilemezdi. Zira pusulada tek bir parti mevcuttu. Böylelikle yöneten, seçkinci, elit kesim ile yönetilen, geleneksel halk arasındaki uçurum günden güne artıyordu. Bütün bu eğilimlere rağmen, dünyada gerçekleşen politik hadiseler, ikinci dünya savaşının bitişi, dünyanın iki kutba bölünmesi, Türkiye’nin bu kutuptan yüzyıllardır takip ettiği Batının tarafında yer alma eğilimi ve bu taraftarlığın bir koşulu olarak demokrasiye ve dolayısıyla da çok partili hayata geçme denemeleri ilk kez ciddi manada gerçekleştirildi.
Türk Siyasi yaşamının bugünkü kodlarını ve bu kodlar sonrasında yürürlüğe konan uygulamaları anlayabilmek Cumhuriyetin hemen kuruluşunda işte bu formülasyona bakmak icap eder. Türk toplumu tarihinden tevarüsle devleti kutsallaştıran bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada önemli olan nokta kadim devlet algısının kemalizm ideoloji içerisinde bir kez daha formüle edilmesidir.
Aynı şekilde cumhuriyet deneyimiyle demokrasi geldiğinin yöneticiler tarafından salık verilmesi (pratikte çoğu zaman demokrasinin örneklerini 1950’lere kadar göremeyiz), halkın da tüm bu yaşananları içselleştirememesi sonucu demokratikleşme süreci tamamlanamayan ama girişim çabaları da bitmeyen bir sürece dönüşmüştür. Kemal Karpat’ın veciz ifadeleriyle söylersek “Türkiye’nin tarihi demokratikleşme girişimlerinin tarihidir.” Devletin kutsallığı teması Osmanlı’dan Cumhuriyetin kurucularına sirayet etmiş, onlar da siyaseten yerlerini, iktidarlarını muhafaza edebilmek için bunu siyasi bir formül olarak kullanmışlardır. Osmanlı’dan bu yana “merkez” olarak ifade edilen siyasi güç kuşkusuz devlettir. Devlet otonom bir kurumsal varlık olarak siyasetin başat bir unsurudur. Bundan dolayıdır ki Türk Siyasetinden öteden beri devlet merkezli, devlet ağırlıklı bir yönetim geleneği mevcuttur. Sivil alandaki ilişkileri belirleyen, açları doyuran, işsizlere iş bulan, hukuk normalarını düzenleyen, en sıradan gündelik işleri bile dizayn etmeye aday bir kurumsal otonom bir yapı olarak ortaya çıkan bu devlet, Türkiye’de demokratikleşme serüvenlerinde yaşanan kriz ve benzeri hadiselerin de ana aktörüdür.
Heper’e göre Osmanlı’dan Cumhuriyet’e merkezi, dolayısıyla merkezin siyasal gücünü tanımlayan unsur açık bir şekilde devlettir. Heper’in ifadesiyle “Türkiye siyasi tarihi bir ‘aşkın devlet’ tarihidir. Çünkü Türkiye Osmanlı’dan aşkın bir devlet, zayıf bir toplum miras almıştır.” Dolayısıyla devlet Türkiye’de egemen bir durumdadır. Siyasetin temel dayanağı olarak ortaya çıkan “devlet” ile devletin dışında kalan “toplum” arasında yaşanan çatışma Türk siyasal yaşamını oluşturmaktadır. Zahiren devletin bekası için ama batınen kendi iktidarları için devletçi, vesayetçi bir politika geliştiren devletçi-seçkinci grup bireysel farklılıkları ve birey/toplum haklarını her daim devletin bekasına karşı birer tehlike olarak görmüşlerdir. Bu da Türk siyasi yaşamının temel karakteristiği haline gelmiştir. Bu yazı kapsamında Türk Siyasi Yaşamında demokrasi tecrübesini anlamak için literatürde var olan dikotomik modellerden Kazım Berzeg’in “Eski Kapıkulu- Yeni Bürokratlar” olarak isimlendirebileceğimiz dikotomik modelini kısmen de olsa kullanabilir ve demokratikleşme sürecinin neden hala tamamlanamayan bir sürece dönüştüğünü de daha yakından bakabiliriz. Berzeg’e göre “şimdinin Bürokratları geçmişin Kapıkulu sınıfını oluşturan elitleridir.” Malum olduğu üzere Osmanlı’da yaşayan tebaa mütecanis değildi, bir çok etnik yapıdan gelen parçalı ve heterojen bir hüviyete sahipti. Ancak devleti yöneten askeri ve siyasi güçler bunlardan da farklı ve bunlara yabancı bir gruptular. Kapıkulu denilen bu grup Berzeg’in ifadesiyle “Devşirme Kapıkulu, Müslüman olduğu için, kendi Hristiyan olan kardeşlerine yabancıydı: Türk veya Arap olmadıkları için Müslüman uluslara yabancı. Askeri ya da sivil devlet görevini yürütmek için gittiği ülkelerin çoğunlukla dilini, töresini bilmediği için herkese yabancı” idi.
Türk siyasetinde uzun yıllar egemen olan halkın akılsız ya da cahil oluşu, entelektüel dünyanın sahibinin ise elit bir zümrenin işi olduğu inancı bu düşüncenin ne kadar doğru ve tutarlı olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla halkın demokrasiye geçiş için ne zaman hazır olabileceğinin, “şartların ne zaman olgunlaşabileceği”nin kararına işte bu eski sınıfın uzantısı kemalizm ideolojisini kendine rehber edinmiş yeni devletçi, seçkin grubu karar vermekteydi. Bu da Levent Köker’in tespitiyle “demokrasiyi engeller nitelikte bir özelliktir.” Halka karşı bu türden yaklaşım örnek alınan batıdan ve onun demokrasi mantığının çok uzağındadır. Batı Siyasi tarihi incelenince görülebileceği gibi batıda demokrasi devleti yöneten seçkin bir grubun ortaya koyduğu bir şey değildir. Aksine ülkelerdeki hemen hemen tüm kesimlerin katkıda bulunduğu ve tedrici olarak gelişen doğal bir süreç olarak işlerlik kazanmıştır.
Osmanlı’dan tevarüs eden bu Cumhuriyet’in batıcı-laik bürokrat sınıfı yeni rejimin gereği olarak bir seçim fırsatı belirdiğinde ülkenin meşru muhalefine karşı gardını alarak onları devleti yıkacak “öteki” olarak nitelendirmişler ve devleti her daim elde tutabilme imkanını aramışlardır. Bu çabayla, sivil toplum alanını daraltmışlar ve “dışarıdan” gelebilecek yıkıcı darbelere karşı eldekinin muhafazası adına konumlanmışlardır. Bunların sonucunda ise toplum desteğininden uzak olarak iktidar olabilmişler, halkın iradesinin ortaya kısmen de olsa konabildiği gerçek seçimlerde ise iktidarlarını kaybetmişlerdir. İktidarın seçkinci bir bürokrat sınıfı tarafından elde tutulması Türkiye demokrasinin önünde çok uzun yıllar en önemli tehlike olarak belirmiştir. Bugün bütünüyle yok edilemeyen bu anlayış hala daha demokratikleşmenin önünde bir set olarak bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de hâkim olan demokrasi anlayışı, özgürlükçü bir anlayıştan oldukça uzak bir görüntü vermektedir. Öğün’ün ifadeleriyle “Türkiye’de demokrasi kültürü ya da anlayışı, antik demokrasinin saflığı düzeyinde kalmıştır. Demokrasiden anlaşılan yalın bir eşitlikçiliktir. Bu bağlamda Türk demokrasisi bütün modern donanımına rağmen, dünyanın en arkaik demokrasilerinden biridir.”
Bidayetinden bu zamana kadar kendi yurttaşlarına gerçek anlamda özgürlükçü bir sistem olmaktan oldukça uzakta olan Türk Demokrasisi liberal demokrasinin olmazsa olmaz ilkeleri arasında bulunan “devletin sınırlılığı” ilkesini yürürlüğe koyamamış, zaman içerisinde devleti hep büyütegelmiştir. Böylece devlet dışında varlığını idame ettiren “sivil alan” gerçek manada hayatiyet bulamamış, asli fonksiyonlarını yerine getirememiş ve devlet üzerinde kayda değer bir etkiye sahip olamamıştır. Kemalizm’in Türk demokrasisinin önüne koyduğu diğer bir engel de ise işte budur. Hiç şüphesiz tek parti döneminin sona ermesi ve ardından Demokrat Parti iktidarının cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa “çevre” ile buluşması demokratikleşme yolunda önemli bir kırılma noktası olmuştur.
Buna rağmen demokratikleşme yolu uzun bir yol olarak görünmektedir Türkiye için. Demokrat Parti sonrasında yaşanan muhtıra, darbe veya darbe girişimleri Türkiye’nin tüm kazanımlarını yok etmekle kalmamış, halkın demokratik bir düzenin sağlanabileceği yönündeki motivasyonu da yok etmiştir. Halkın desteğinden mahrum olan bir siyasi sistemin ise sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi pek mümkün değildir. Devlet aygıtının dışında kalan, birey ya da birey gruplarının içinde yer aldığı bir yapı olan sivil toplum, mensuplarının devletle herhangi bir icbar olmaksızın bir araya gelebilip görüş veya önerilerini aktarabildikleri yerdir. Kendi yapılanmasını tamamlayan ve devletin dışında kalan üyelerinin hak ve özgürlüklerini, fayda ya da menfaatlerini savunan sivil toplum yapılanması demokrasinin en önemli unsurlarından olan “devletin vatandaşların lehine sınırlandırılması” ilkesini gerçekleştirmek adına önemli bir işleve sahiptir. Vatandaşın sivil hak ve özgürlüklerini teminat altına almak, devlete karşı sivil alanı güçlendirmek, devlet karşısında savunmasız olan bireylerin, çoğunluğun baskısına karşı ise azınlığın hakkını savunmak ve böylece devlete karşı bireyin feda edilmemesi sivil toplumun gelişmesine bağlıdır. Oysa Kemalizm devletçiliği vazederek, sivil toplum alanını mütemadiyen daraltma eğilimi sergilemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi olan Kemalizm’i kavramsal ve tarihsel olarak ele aldığımızda onun bizatihi kendi prensipleri sonucu Türkiye’deki demokratikleşmenin önünde önemli bir engel teşkil ettiği sonucuna varmak mümkün gözükmektedir. Kemalizmin düşünsel altyapısını Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma ve modernleşme girişimleri ve çabalarında önemli bir yer tutan Jön Türk hareketinin Fransız Ekolü’ne kadar götürebiliriz. Bu uzunca bir tarihi seyr içinde gelişen ve cumhuriyetin kuruluşunda fiilen; 1930’lu yıllardan sonra ise etrafı çizilmiş sistematik bir ideolojiye dönüşen Kemalizm özellikle 1960 darbesinden sonra askeri vesayetin sivil, meşru hükümetleri görevden el çektirmek amacıyla ellerinde bayraklaştırdığı bir araca dönüşmüştür. Devlet yönetiminde devletçi, seçkinci ve elitist bir anlayışın oluşmasında, bu yöneticilerin halka yönlendirilebilecek birer obje gibi bakışlarında, sivil hak ve özgürlüklerin gelişememesinde, ifade ve din hürriyetlerindeki noksanlıklarda hep Kemalist ideolojinin düşünsel uzantılarını bulabilmekteyiz. Demokratikleşme sürecinin Avrupa’daki gibi tedrici ve halkın katılımıyla olgunlaştırılmak istenmemesi, üstenci, tepeden ve aniden yapılmak istenmesi, bunların sonucunda halkın yapılan devrimleri içselleştirememesinin altında yatan motivasyon da bu ideoloji olsa gerektir.
(Bu yazı 21 Eylül 2021 tarihinde hurfikirler.com'da yayınlanmıştır.)
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.