Hemen hemen her zemin ve vakitte Diyanet İşleri Başkanlığı’na sorulan sorular ve bunlara verilen ama halkın belli bir kesiminin hoşnut olmadığı cevaplar kapsamında Diyanet ile alakalı birtakım ontolojik sorgulamalar yapılmaktadır. Diyanet’in varlığı din ve vicdan hürriyeti ile mütenasip mi yoksa çelişik midir? Bu doğrultuda, Din ve vicdan özgürlüğü; özel mülkiyet hakkı ve ifade özgürlüğü gibi insan olmanın ve insan kalmanın vazgeçilmez unsurlarıdır. Çok temel haklar olduğu ön kabulü ile belki de özgürlük tartışmaları içinde önemlerini vurgulamak adına ayrıca ele alınmaya lüzum bile olmadığını düşündürten bu haklar- özellikle din özgürlüğü- tarihin olağan akışı içinde çeşitli kişi ve gruplar tarafından hücuma uğramış, baskılanmış ve hatta yok sayılmıştır. Bir inancın mensubunun inandığı gibi yaşaması için özgür bir ortama ve özgür olmaya ihtiyaç vardır. Ancak müdahalenin olmadığı durumlardadır ki insan, tercih ettiği dinin, inancın, düşünüşün ya da ideolojinin gereklerini hayatında bihakkın yaşayabilsin. Isaiah Berlin’in “Negatif Özgürlük” kavramıyla açıkladığı “bireyin dışarıdan keyfi bir zorlama altında kalmaksızın davranabilmesi, serbestçe hareket edebilmesi” durumu dikkate alındığında, yukarıdaki bağlamdaki din özgürlüğü negatif özgürlüktür ve din ile özgürlük arasında güçlü bir bağın olduğu aşikardır. Negatif özgürlük kapsamındaki din özgürlüğü, insanlara istedikleri bir dini inanca sahip olmalarını ve dini pratiklerini yerine getirmede herhangi bir müdahale ile karşılaşılmadığı durumları ifade eder. Yalnızca burada dikkat edilmesi gereken husus, insanların dini pratikleri yerine getirmede müdahale ile karşılaşmaması ilkesine rağmen yine de Aztekler ve İskitler gibi bazı toplulukların dini ritüellerinde insanların canlarına kastettikleri ve inançları uğruna insanların kurban verilmesi durumunda olduğu gibi birtakım pratiklere sınırlılıkların konması onların özgürlüğüne halel getirmez. Atilla Yayla’nın ifadeleriyle, “Zira Dini pratikler insan haklarının temeli olan hayat hakkını geçersizleştiremez.” Bu gibi durumların dışında ise devletin dini hayata müdahalesi özgürlük alanını kısıtlamak anlamına gelmektedir. Ancak hangi durumlarda ve hangi argümanlarla devlet dini pratiklere müdahalede bulunacaktır? Bu biraz da sübjektifliği beraberinde getirmez mi? Yani devlet istemediği bir dini yaşanmaz hale getirmek ve o dinin ya da inancın fertlerini toplumdan elimine etmek için onların inançlarının gereklerine yönelik yaptıkları şeylere karşı menfi değerlendirmelerde bulunup, “insanların yaşam hakkına kastettikleri” argümanı doğrultusunda bir politika izleyemez mi? Bu da devletin haksız yere yaptığı bir müdahale olarak değerlendirilemez mi? Elbette değerlendirilebilir. İçinde yaşadığımız dünyada mükemmelliğin ve mütekâmilimin olmadığı düşünüldüğünde birtakım mahsurlarına rağmen devletin bu kabilden dini pratiklere müdahalesi onaylanabilir.
Türkiye dini özgürlükler konusunda çok da olumlu bir imaja sahip değildir. Özellikle Cumhuriyetin kuruluşu ve devrimlerin tepeden aşağı ışık hızıyla uygulanması pratiği vardır ki insanın akıllarına durgunluk verecek ölçüde dini alana yönelik idrak kabul etmez uygulama ve ithamları içinde barındırır. Cumhuriyetin ilanını takiben 3 Mart 1924 tarihinde birkaç kanun yürürlüğe konulmuş; halifelik kaldırılmış̧ Şeriye Vekaleti ilga edilmiş ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş̧, Evkaf Vekâlet’inin kaldırılmasıyla da Vakıflar Genel Müdürlüğü ikame edilmiştir. Cumhuriyetin başından itibaren izlenen politikalar dinin yavaş yavaş toplumdan arındırılması ve devlet tekeline alınmasına yönelik olmuştur. Fransız İhtilali’nde benzer örnekleri ile karşılaşılan Jakoben politikalar, değişimi tedrici bir şekilde gerçekleştirmenin önündeki en büyük engeli teşkil etmiş ve Fransa pratiğindeki gibi devrim fikirleri çok hızlı bir şekilde, bir olup bittiyle gerçekleştirilmeye çalışılmış ve en önemlisi de bunlar yapılırken savunulan fikirler çok hızlı olarak terkedilmiştir. “Devr-i sabık” olarak niteledikleri yönetimleri mumla aratacak uygulamalara girişen devrimci zihniyetin dünyalarını anlamak adına 1789 Fransız Devrimi’nde yaşananlara ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki yeni bir toplum ve devlet dini oluşturma politikalarını tatbik edebilmek amacıyla gerçekleştirilen uygulamalara bakmak yeterli olacaktır. “Partimiz efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” cümlesine parti programında yer veren partilerin kapatılması, istediği gibi inanma, camiye, tekkeye gitme, eski harfleri öğrenme, örtünme gibi dini özgürlükler kapsamında değerlendirilebilecek çok temel olan insan haklarının yerine getirilmesine müsaade edilmemesi ya da kısmen edilmesi hususları yeni devletin dine karşı nasıl konumlandığını sarih bir şekilde göstermektedir. Ancak tüm bunların yanında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesis edilmesi hususu ilk bakışta burada savunulan düşüncelere ters gelebilir. Fakat dikkatle incelendiğinde görülecektir ki “devlet dini oluşturmada” ya da “dini devlet kontrolü altına almada” tam da böyle bir kuruma ihtiyaç duyulmuştur. Yeni Cumhuriyet kendini “Türk” ve “Müslüman” kimliklerini bir araya getirmek suretiyle tanımlamıştır. Lozan’daki mübadele kapsamına giren ve girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil din olduğu için Müslüman olma şartı aranmıştır. Anadolu coğrafyasının kimliğine yönelik din ögesinin önemi çok erken bir tarihte idrak edilmişti. O zaman buradaki asıl sorun İslamın kendisi değil hangi İslamın uygulanacağı idi. İnsanların en mahremi olarak da kabul görecek bu alana yönelik “devletçi” politikalar yürütmesinin ilk adımıydı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması. Bu kurum kurulduğuna göre o zaman geriye yaşanması istenen İslamı vücuda getirmek kalmıştı. Yani bir başka değişle kimler ve hangi dini pratikler muteber kabul edilecek, hangileri sapkın olarak değerlendirilecekti. Laik karaktere sahip olan devletin bu uygulamalarının yerinde olduğunu iddia edenler olabilir. Ancak en özet ifadeyle laiklik, devletin dine dayandırılmaması, devlet ile dinin birbirinden ayrılması ve devletin inançlara yönelik sınırlandırılmasıdır. Oysa burada devletin sınırlandırılması söz konusu olmadığı gibi deneyimlenen pratik dinin devlet tekeline sokulması şeklinde tezahür etmiştir. Devlete yüklenen bu fazladan görevin maliyeti çok büyüktür. “Bedava şey aslında çok pahalıdır”. Devleti dinin alanına müdahil hale getirdiğiniz zaman kaybettiklerimiz çoğu zaman özgürlüklerimiz olacaktır. Frederic Bastiat’ın liberal devlet monoloğunda ifade ettiği gibi “…Benden yalnızca iki şey bekleyin: Özgürlük ve güvenlik ve bilin ki bu ikisini kaybetmeksizin benden üçüncü şey isteyemezsiniz. Türkiye’de devlet, kendince muteber olan dini ya da dini pratiği uygulamayı Diyanet vasıtasıyla salık verir. Diyanet İşleri Yüksek Kurulu tarafından yayınlanan fetvalar, hutbe ve vaazlar, zaman zaman yapılan açıklamalar ve de belki en önemlisi tahsis edilen bütçeler devletin arzu ettiği tek tip toplumsal dini oluşturma adına sarfettiği gayretlerin önemli birer unsurlarıdır. Ülkemizde Diyanet kurumu, Laik-Sünnî- Maturidî-Hanefî şeklinde ifade edebileceğimiz tek bir din anlayışını öğretmekte, va’z etmekte ve uygulamaktadır. Alevîlik ve diğer inanç sistemleri ise bu kadar şanslı değildirler. Camiler doğal ibadethaneler olarak kabul edilirken cemevleri ise bu özgürlüğün dışında tutulmaktadır. Oysa din konusunda tarafsız olması ve her inanç sahibine eşit haklar tanıması beklenir devletlerin. Buna rağmen Diyanet İşleri Başkanı daha evvelki yıllarda “Cemevinin ibadethane sayılması kırmızı çizgimizdir” diyerek talihsiz bir açıklama bile yapmıştı. Atilla Yayla bir yazısında bu konuyla alakalı önemli bir tespitte bulunmuştu: “Kırmızı çizgiye sahip olma kararlılığa olduğu kadar kesin inançlılığa da işaret ediyor olabilir. Ayrıca, kırmızı çizgiler insanlar ve taraflar arasında verimli fikir alışverişleri olmasının, karşılıklı etkileşimlerin gerçekleşmesinin, insanların birbirini anlamasının önünü kesmekte.” Bir kimse neye inanmak istiyorsanız ona inanabilir. Nereyi kendince mabed görüyorsa orası onun için mabeddir. Dışarıdan bir müdahale ile “hayır, inandığın şey doğru değil, orası mabed olarak nitelendirilemez” demek insan haklarının en önemlilerinden olan din özgürlüğü ile bağdaştırılamaz. Bu modern devlet sistemi içinde ve siyaset teorisi kapsamında doğru bir yaklaşım olarak görülemez. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin pek çoğunda ve dünyanın sair memleketlerinde hastane, hapishane gibi bazı kurumlarda görevli din adamlarının maaş almadıkları unutulmamalıdır. Türkiye’de ise Diyanet İşleri personelleri devlet memuru olarak görevlerini icra etmektedirler. Aslında olayı din perspektifinden ele alınca da bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcudiyeti tartışmalıdır: “Sizden herhangi bir ücret istemeyenlere uyun. Onlardır doğruyu ve güzeli bulanlar” (Yasin Suresi, 21.Ayet). Bu cümleden hareketle, memur statüsünde din adamları sınıfının varlığı pek tabii Kuran’a uymamaktadır. “Diyanet İşleri Başkanlığı, İnanç İşleri Başkanlığı olmalı” tartışmalarının zaman zaman yapıldığı ülkemizde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının -hangi dine mensup olurlarsa olsunlar- temsil edilebileceği, dini yaşamlarının garanti altına alınabileceği bir kuruma dönüştürülmesi talep edildiği görülmektedir. Bir “vatandaş” olarak bu ülkede yaşayan, aynı kaderi paylaşan, yeri geldiği zaman ülkeleri için savaşan, ekonomik zorluklara birlikte göğüs geren ve çoğu zaman bu sorunları aşmak adına daha fazla vergi vermek zorunda kalan insanların tüm bunları göğüslerken “eşit” oldukları göz önüne alındığında, kamu kaynakları ile bir dini inanca ya da o inanç içindeki daha alt fraksiyonlara öncelik tanınması, ayrımcılık gösterilmesi, hariçtekilerin ötekileştirip, “sapkın” olarak nitelendirilmesi ve dahi insanların neye inanacaklarının tayin edilmesi akla ve insafa pek mutabık düşmemektedir. Çoğunluğu Müslüman ya da Hristiyan olan ülkelerde çoğunluğun inancıyla alakalı o dinin mensuplarının isteklerine yönelik bir takım müspet düzenlemelerin yapılmasında bir beis yoktur ve bu durum devletin dinlere yönelik “tarafsızlık” ve “eşitlik” ilkelerine aykırı değildir. Yeter ki azınlıkta kalanlar da benzer taleplerle gelirlerse talepleri karşılanabilsin.
Sonuç olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vatandaşların eşit vergileriyle oluşturulan kamu kaynakları ve devlet memurları vasıtasıyla yine aynı vatandaşların inançlarına yönelik taraf olan söylem ve uygulamaları dini özgürlüklerin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. Devletin görevi devlet dini oluşturmak ya da dini devlet tekeline almak değil, dini hayatı garanti altına almak ve vatandaşlarının istedikleri inanca müntesib olmaları için gerekli özgür ortamı oluşturmaktır. Oysa dini özgürlüğün en temel unsurlarından biri olan “hoşgörü” ilkesi bile, mezkûr kurum vasıtasıyla çoğu zaman aşındırılmıştır. Farklı ses ve farklı inançlara hep ihtiyatlı davranılmış, bu kişiler modern devlet içinde eşit şartlarda yaşayan eşit vatandaşlar olarak değil de sahip oldukları dine/inanca referansla zihni bir kategorizasyona tabi tutulmuşlardır. Bu da içinde yaşadığımız ulus-devlet pratiğine pek uygun düşmemektedir.
(Bu yazı 29 Temmuz 2021 tarihinde hurfikirler.com'da yayınlanmıştır)
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.