Tarihte gerçekleştirilen ve hristiyanlığın kurumsallaşarak bugünkü halini almasında çok önemli bir yeri olan ilk dört ekümenik konsilin toplanma nedenlerini, bu konsillerde alınan kararları ve bunların doğurduğu sonuçları kronolojik olarak ele almak bugünkü hristiyanlık inancını anlama, diğer dinlere bakış açılarını kavrama ve fikir dünyalarını idrak edebilme açısından elzemdir. Bu konsillerin mahiyetini öğrenmek özellikle tarihçiler, sosyologlar, teologlar, uluslararası ilişkiler uzmanları ve sosyal bilimler alanındaki diğer disiplinler ile iştigal edenler için oldukça önem arzetmektedir. Zira günümüzde hristiyanlar arasındaki mezhepsel bölünmeleri, aykırılıkları ve dahi yerine göre çatışmacı eylemleri anlayabilmek adına bu konsiller hakkında bilgi sahibi olmak gereklidir. Çok hacimli olmayan ama açıklayıcı olarak ele almaya çalışacağımız bu çalışma kapsamında İlk Dört Ekümenik Konsilin daha sonra toplanan diğer konsiller ile birlikte değerlendirilmesi, günümüz hristiyanlığının akidelerini ve geçirdiği safhaları öğrenmede ciddi fayda sağlayabilecektir.
Hristiyanlığın hangi süreçlerden geçerek bugünkü halini aldığını, nasıl kurumsallaştığını analiz etmeden önce bazı kavramları ele almada fayda vardır. Konsil ve Sinod tüm dinlerde olduğu gibi hıristiyanlıkta da dini hayatta karşılaşılan içtimai, fıkhi ve fikri bir takım anlaşmazlık veya ayrışmalarda meselenin çözümü için zamanın en yüksek dini otoritesinin liderliğinde toplantılar yapılırdı. Hristiyanlıkta bu toplantılar, genellikle havarilerin önemli cemaatler kurdukları Roma eyaletlerinin başkentlerinde veya önemli kentlerde yapılır ve bu kentler de zamanının dini yayma merkezleri haline gelirdi.Yukarıda tarif edilen bu tür toplantı türlerine hristiyanlıkta “konsil” denmektedir. Konsil, kilise idarecilerinin, inanç esasları, ibadetler veya yönetim gibi konularda sorunları görüşmek ve karara bağlamak için bir araya gelerek yaptıkları toplantılardır. Bu tür toplantıları ifade için ayrıca “sinod” kelimesi de kullanılmıştır. Ancak sinod, daha çok bölgesel mahiyetteki küçük toplantılar veya sadece bir mezhebin temsilcilerinin katıldığı toplantılar için kullanılmıştır.“Sinod” kelimesi genelde toplantı anlamına gelmekle birlikte, konsilden farklı olarak Yahudilerin toplantıları için de kullanılmıştır. Ortodoks kiliselerinin en yüksek ruhanî kurulunun adı ise Holy Synod veya Saint Synode’dur. Konsillerde aslında kuramsal veya kavramsal konular, disiplinler ele alınırken sinodlarda, daha çok bölgesel/yerel sorunlar ele alınmıştır. Hz. İsa’nın doğduğu tarihlerde Filistin, Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altındaydı. Bu tarihlerde buradaki yahudiler arasında vahdet olmadığından yahudiler çeşitli mezheplere bölünmüş, çıkar meselesi olan hususların başında ise dinî konular gelmekteydi. Kudüs’teki Kutsal Mabedi ticaret yeri haline getiren yahudiler, o zamanki putperest Romalıların tahakkümünden kurtaracak bir kurtarıcı beklerken, Hz. İsa zuhur etmiş ve insanları doğru yola çağırmaya başlamıştı. Hz. İsa peygamberliğini ilan ettiğinde etrafında Havarilerle birlikte oldukça az insan varken, “Çarmıh Hâdisesi”nden sonra, Havarilerin gayretleri sonucu Hristiyanlığı yaymaya başlamaları sonrasında bu dine inananların sayısı artmıştır. Hz. İsa’nın öğretileri çerçevesinde bir arada toplanan bu insanlara karşı Roma’nın baskısı ve zulmü ise daha artmıştı. Hz. İsa’dan bir müddet sonra, ona inananlar bir araya gelerek, kendilerini “Hristiyan” diye tanıtmaya başlamışlardı. Aslında önceleri bu inanan insanlar kendilerine “kardeşler, ermişler veya sadece inananlar” demişlerdir. Pavlus’un hristiyan olması hristiyanlık için önemli bir noktadır. Çünkü bu din, onunla bir ivme kazanmış ancak bu bir takım fikrî ayrılıkları ve anlaşmazlıkları da beraberinde getirmişti. Yahudilik mirasının ağır bastığı Kudüs’tekiler ile diğer coğrafya ve milletlerden Hristiyan olanlar arasında oluşan görece yakınlık bazı ihtilaflara neden oldu. Tanrısal hukuka bağlı olmak gerekliliği bu Kudüs merkezli cemaat için çok önemliydi. Özellikle sünnetin şart olması konusunda Antakya’daki hrristiyanlarla fikri bir ayrılık yaşanması bu ihtilafların ilk aşamasını oluşturmaktadır. Bu hususta görüş birliği sağlanamaması sonrasında, Havarilerle görüşüp meselede ortak bir karara varmak adına Pavlus ve Barnaba Kudüs’e gitmişlerdir. Bu ilk tartışmaları bir karara bağlamak için, M.S. 49 veya 50 tarihinde Kudüs’te bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Bu toplantıda, Petrus, Barnaba ve Pavlus konuşmalar yapmışlardır. Toplantı sonunda, kurtuluş için tanrısal hukuka (şeriata) bağlı olmanın şart olmadığına karar verilmiştir. Dolayısıyla, tanrısal hukukun bir parçası olan sünnetin de hristiyan olmak için olmazsa olmaz bir şart olmadığına ve Gentileler gibi diğer milletlerden yeni ihtida edenlere karşı herhangi bir zorluk çıkartılmaması konusunda ortak bir karar alınmıştır. Yakup, Petrus, Pavlus ve Barnaba’nın katılımıyla gerçekleşen tırnak içerisinde söylemek gerekirse, bu ilk “konsil” sonrası Yahudi şeriatına bağlı Antakya’daki inananlara, bu tür tartışmaları yapanları tanımadıklarını ve onları “akıl karıştırıcılar” olarak gördüklerini belirten bir mektup göndermişlerdir (Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, s.59-63). Bu toplantıda, “Kutsal Ruh ve bizler, gerektiğinden daha ağır bir yükü size yüklememeyi uygun gördük.” diyerek, Pavlus’un düşüncesi gereği Yahudi olmayan ama diğer uluslardan bu dine yeni girmiş olanların, yukarıda reddedilen tanrısal hukuka yani aslında Hz. Musa’nın şeriatına bila-istisnasız uyulmasının şart olmadığına karar verilmiştir. İşte tüm konsillerin aslının bu toplantıya dayandığı düşünülmektedir. Burada alınan kararların “Kutsal Ruh ve bizler uygun gördük…” ifadesiyle ilan edilmesini Hz. İsa’nın kilisenin yaptığı tüm toplantıları tasdik ettiğine delil göstermişlerdir (Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, s.20).Daha sonra da “Nerede iki ya da üç kişi benim adımla toplanırsa, ben de onların arasındayım.” (Matta 18/20) ifadesi ile bu ve bundan sonra yapılacak tüm konsil ve sinodların, Kutsal Ruh’un ve Mesih’in gözetimi altında olduğu inancı meşruiyet kazanmıştır. Aslında bu ifadeler bizim inancımızla çok benzeşmektedir. Bu kısa girişten sonra şimdi konsil türlerine geçebiliriz.Hristiyanlık tarihi boyunca toplanan konsiller, katılımcı sayısına, konusuna ve toplandığı coğrafyayla ilgili olarak iki ana kısma ayrılmıştır: Özel Konsiller ve Genel Konsiller. Özel Konsiller, Bunlar daha çok bölgesel olup, dinin uygulanmasında karşılaşılan problemler veya sosyal güçlükler karşısında daha yüzeysel ve uygulamacı çözümlere yönelik konsillerdir. Genel Konsiller (Ekümenik Konsiller) daha çok kullanılan adıyla “Ekümenik Konsiller” hristiyanlığın genel geçer sorunlara çözüm bulabilmek adına bizzat Papa ve temsilcisi başkanlığında toplanılan konsillerdir. Peki hangi tür konsiller ekümenik konsildir? Aslında bunun tanımı çok açık değildir. Çünkü, buna “Oecumenisme” (Ökümenizm) kavramının tam bir tarifinin yapılamaması neden olmaktadır. Aslında “Oecumen” (Ökümen) kelimesi en geniş manasıyla evrenselliği ifade ederken, bir yandan da Kutsal Kitap’taki kullanışı itibariyle; mekan olarak bütün yeryüzüne delalet etmektedir.Bir konsilin Ekümenik kabul edilebilmesi için dünyadaki tüm kiliseleri temsil edilebildiği bir konsil olmasına bağlıdır. Fakat tarihe baktığımızda bunun tatbikinin hiç de böyle olmadığı aşikardır. Çünkü kiliselerin ekümenik kabul ettiği konsil sayıları bile farklılık göstermektedir. Toplamda 21 konsil toplanmıştır. Bu konsillerin tamamını Katolik Klisesi kabul ederken, Ortodoks Klisesi ise sadece yedisini kabul etmektedir. Esasen papanın topladığı konsiller tüm hristiyan alemi tarafından hüsn ü kabul görmemiş, onlara nazaran imparatorların topladığı konsiller daha geniş tabanda kabul görmüştür.Katolik Kilisesi’ne göre bu konsiller, dünyada yer alan tüm konsillerin – ama daha çok katolik eğilimli- temsil edildiği yerlerdir. Katolikliğe açıkça aykırı hareket eden kiliseler konsillerde yer alamazlar.Genel manasıyla hristiyanlıktaki iman ve inanış konularındaki vahdet (birlik) bu konsiller aracılığıyla tesis edilmeye çalışılmış ancak bunda çok da başarılı olunamamıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi kilise tarihinde ekümenik konsil karakteri taşıyan konsil sayısı kesin olarak belirlenememiş, Doğu ve Batı’da bütün kiliseleri tatmin edecek resmi bir liste ortaya konulamamıştır. Ayrıca, Katolik Kilisesi’ne göre 21 Konsil; Ortodoks Kilisesi’ne göre 7 Konsil; Reformist Kiliselere göre 2 Konsil; Nesturîlere göre 2 Konsil ve Doğu Katolik Kiliselerine göre ise 3 Konsil ökümenik olarak kabul edilmektedir.Yalnızca Roma Katolik Kilisesi tarafından tamamı ekümenik kabul edilen ve günümüze kadar 21 kez toplanan konsillerden yalnızca ilk dört konsili ele almaya çalışacağım. İlk Dönemdeki Ekümenik Konsiller:
Malum olduğu üzere Hz. İsa, getirmiş olduğu dini, yani hristiyanlığı kadim bir bölge olan bugünkü Filistin topraklarında yaymaya başlamıştır. Bu topraklar Roma İmparatorluğu’na aitti. Burada neşet eden bu yeni din, Hz. İsa’nın havarileri tarafından yine Roma İmparatorluğu’nun egemenliğinde bulunan her coğrafyaya götürülmüştür. Hz.İsa, getirdiği mesajlarla devrin insanlarına birçok yeni düşünce konusu sunmuştur. Hıristiyan kaynaklarına göre Hz.İsa, ilk müntesiplerine kendisini, hem Allah hem de insan olarak takdim etmiştir. Aslında bu gerçekten öyle miydi, yoksa insanlar mı bu dine yeni bir şey eklemişlerdi? Bu elbette tartışılabilir. Ancak kendisi Ulul’Azm Peygamberlerinden olan Hz. İsa’nın kendisine hem de kendi ifadeleri ile uluhiyet atfetmesi çok ihtimal dahilinde olan bir husus değildir kanaatindeyim. Ona atfedilen işte bu iddia, konsillerin de toplanış nedenini oluşturan şu problemi ortaya çıkarmıştır: ”Vahdet inancı (Bir tek Allah inancı) ile Hz.İsa’nın hem Allah hem de insan olması nasıl bağdaşacaktır?” Öte taraftan “Aynı insanda hem insan hem de Tanrı unsurları nasıl bir araya gelecektir.” Tam da bu aşamada hristiyanlar kabul edilmesi oldukça zor olan bu iddiayı savunabilmek adına çoğu kez felsefe ve akıl araçlarını kullanmışlar ancak bu mantıksız ve olanaksız bu akideyi sağlam bir zeminde savunabilmek zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Kısa bir zaman geçtikten sonra, İncil’in akidesini felsefi terimlerle ifade noktasında, tefrikalar kendini göstermeye başlamıştır. İşte bu nedenle bu küçük gruplar büyük Hristiyan toplulukları karşısında ayrılıkçı ufak gruplar olmanın ötesine geçememiş ama bu ufak gruplar, zaman zaman ise kilise birliğini bozacak boyutlara ulaşmıştır. Bu sayıca küçük olan gruplara, M.S. 4.yy’dan itibaren rastlanmaktadır. Bu dönemde fıkhi/fikri tartışmalar zamanın adeti üzere halkın önünde cereyan ettiği için çeşitli akidelere sahip muhtelif gruplar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar zamanla kilisenin bütünlüğünü tehdit eder duruma gelmiştir.
* I.İznik Konsili (325)
Bugünkü Bursa iline bağlı olan İznik ilçesinde toplanan ve adını buradan alan hristiyan konsillerinin ilki olma özelliğini taşıyan İznik Konsili, hem bu yönüyle hem de alınan kararlar ile Hıristiyan tarihi açısından son derece önemlidir. Hristiyanlar, ilk Yüzyılıda İncilin insanlara ulaştırılması meselesi ile meşguldü. Başta da ifade ettiğim gibi putperest kökenli Hıristiyanların durumu, sünnet meselesi ve Hz.İsa’nın tekrar nüzulü gibi konular MS. 49 veya 50 yıllarında yapılan toplantıda tartışılmış ve Hz.İsa’nın tekrar nüzulü hariç, diğer meseleler çözüme kavuşturulmuştu. Bu konuda kesin ve net bir çözüm olmamasına rağmen Hz. İsa’nın dünyaya gelmesinin yakın bir zamanda olamayacağı düşüncesi ağır basmaktaydı (Ali İsra Güngör, s.30). İkinci Yüzyılda ise, kilise yahudi şeriatından iyiden iyiye uzaklaşıp Greko-Romen medeniyetin içine girmişti. Kendilerine Kilise Babaları diyen, Havarilerin öğrencileri olduklarını iddia eden kişiler, Hz.İsa’nın öğretisini muhtelif kültürel, sosyal ve entelektüel alana aktarmaya çabaladıkları bu dönemde, Hz. İsa’nın öğretisi bir anda geniş coğrafyalara doğru yayılırken diğer yandan farklı kültürlerle ve oralardaki nüfus ile bir etkileşim meydana gelmişti. Özellikle Yunan felsefesi ve fikri Hıristiyanlık iç içe girmişti. Bugün bile bizlerin mantıki bir düzlemde anlamlandıramadığımız Hz. İsa’nın uluhiyeti mevzuunda, yani Hz. İsa’nın hem peygamber ve hem de insan özelliğinin zaman geçtikçe Tanrılaştırılmasında ve teslis doktrininin oluşturulmasında işte bu Yunan felsefesinin ve onun çok tanrılı düşüncesinin büyük etkisi var olduğu ileri sürülüyordu (Muhammed Ataurrahim, Bir İslam Peygamberi, s.12). Gücün temsil ettiği kültürler tarafından aşınan veya aşınmaya mecbur bırakılan bu din zamanla baştaki öğretilerden uzaklaşmaya başladı. Bunun üzerine çeşitli dini ekoller ortaya çıktı. Aynı dönemde İskenderiye Okulu ve bir asır sonra Antakya Okulu teşekkül etti. Aslında olan şuydu: İhtida eden Yunanlı, Mısırlı ve putperest Romalılar bir yandan kendi inançlarını da devam ettirdiler. Yani bu yeni din onlar da herhangi bir değişiklik meydana getiremedi. Aynı şekilde bu ilk inananlar arasında, bir takım felsefi ekollerine intisap etmiş kimseler de vardı. Bunlar, inandıkları felsefi görüşleri, bu yeni dinin öğreti ve biçimleri doğrultusunda dönüştürüp devam ettirmek istiyordu. Burada mevzuu özetlemek adına çok önemli bulduğum bir sözü de aktarmak isterim. Roger Garaudy der ki “Önemli olan bir adamın imanı hakkında ne söylediği değil, bu imanın ona ne yaptığıdır”. Yani aslında kimse kendi kadim inancından dün vermiyor sadece bu inanışları yeni din formatına dönüştürüyorlardı.Roma İmparatorluğunun baskı ve zulüm dönemlerinde hristiyanlar arasında vuku bulan ayrılıklar devletin baskısını önlemek ve eziyete maruz kalmamak için bastırılıyor ve açığa vurulmuyordu. Çünkü bu baskıdan bazıları hrristiyan olduğunu bile gizliyordu. İmparator Konstantin ile kilise ve hristiyanlar Roma zulmünden kurtulmuştur. Ancak din ve fikir özgürlüğünün yarattığı ortam öncekiler ile kıyaslanamayacak derecede zor birtakım tartışmalara sebebiyet vermiştir. Aslında belki de o zamanki hristiyanların, Hz.İsa’ya inanmanın ötesinde herhangi bir ortak noktaları yoktu. İmparator Diocletian (284-305) ve Valerian dönemlerinden itibaren başlayan uzun takibat ve işkence dönemi, İmparator Konstantin’in M.S. 312’de Roma civarındaki Milvius Köprüsü Savaşı’nda kazandığı zaferle siyasi birliği sağlaması sonrasında, din birliğinin de sağlanması amacı ile imparatorlukta süre gelen baskı, zulüm ve huzursuzluğu ortadan kaldırmak amacı ile imzaladığı “Milan Fermanı”na (M.S.313) kadar sürmüştür (Timothy E. Gregory, Bizans Tarihi, s.75). Konstantin, hristiyan bir anneden doğmuştu. Hristiyanların baskı ve zulüm görmelerini engellediği gibi aslında daha önemlisi hristiyanları devlet koruması altına almıştı. Çünkü o yukarıda belirttiğim gibi ilk önce imparatorlukta siyasi birliği sağlamış sonrasında da kudret ve hareket kabiliyetini artırmak amacıyla kendisini Hristiyanlığın hamisi konumuna yükseltmişti. Milan Fermanı ile sadece hristiyanlar değil, herkes inancında ve istediği dine inanmakta tam bir serbestliğe kavuşmuştu. Hıristiyanlardan zorla alınan, hususi ev ve kiliselerin, hiçbir tazminat talep edilmeksizin, geri verilmesi emrediliyordu. Ama fermanı önemli kılan putperestler gibi hristiyanlara da yaşama hakkı vermiş olmasından ziyade, Konstantin’in bu yeni dini himaye altına almış olmasıdır. İlk önce eşitlik verilen bu din, daha sonra himaye edilmesi dolayısıyla üstün tutulmuş oluyordu. Konstantin’in bu dine bu serbestliği neden verdiği hala tartışma konusudur. Çünkü kendisi ancak 337 yılında ölmeden az önce vaftiz edilmiştir. Belki de onun biraz önce izah etmeye çalıştığım siyasi emelleri, çevresinin bu inanca sahip olması ve imparatoru etkilemeleri bunda etkili olmuştur (Edward Gibbons, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Dönemi s.663).Hristiyanlar, aslında havariler devrinden beri Hz. İsa’nın nebi olarak tebliğ ettiği hususları yazıya geçirmeye başlamışlardı. Bunun doğal sonucu olarak da kutsal metinleri anlamaya yönelik çabalar artmıştı. Bu çabaların neticesinde çeşitli kültür ve felsefe çeşitliliğinden dolayı bu hususların uygulanmasında yani şeriatta farklılıklar baş göstermiş ve hristiyanlar bizdeki mezheplerin zuhurunda olduğu gibi metinlere farklı yorumlar getirmişlerdir.Hristiyanlık her şeyden önce İsa Mesih anlayışı esasına dayanan bir itikada sahip olduğu için, ilk devirlerden beri tartışmalar, Hz. İsa’nın uluhiyeti veya ubudiyeti üzerine olmuştur. Yukarıda bahsettiğim gibi inananların farklı görüşleri sonucunda genel dini anlayıştan aykırı olarak bir takım gruplar ortaya çıkmıştır.Bu ayrılıklar II. ve III. yüzyıllarda da daha da artmıştır. 3.yy’da, ekol olarak Antakya ekolüne tabi Lucian (ölümü: M.S.312), Hz. İsa’ya hulûl etmiş olan kelamın sonradan yaratıldığı ve Tanrı’nın ezelî kelamından farklı olduğu şeklinde bir kristoloji anlayışı geliştirmiştir. Nitekim Lucian’a göre; “İsa Mesih’e hulûl etmiş olan Tanrı’nın kelamı yaratılmışların hepsinden önce yaratıldığı için, beşerin üstünde bir konumdadır. Ancak beşerî özelliklere sahip olduğu için Tanrı’dan farklı aşağı bir konumdadır” ( Francis Dvornik, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, s.8). Burada nakledilen Lucian’ın kristoloji anlayışı 4. yy’da, öğrencilerinden Arius’un liderlik ettiği ve Hz. İsa’nın Uluhiyetine karşı olan ve zaman geçtikçe onun ismine atfen “Ariusçuluk” diye adlandırılan bir ekolün gelişmesine zemin hazırlamıştır. Arius; Baba ile Oğul arasındaki “ayrılığı” vurgulamaktaydı. Arius muvahhit inancında olup, Tanrı’nın bir olduğunu, Tanrı’nın kelimesi olan ezeli Mesih’in, alemin yaratılmasından önce yaratıldığını yahut onun yaratılmış bir kul ve kendisiyle O’nun gökleri ve yeri yarattığı Tanrı’nın kelimesi olduğunu savunmaktaydı. Arius, düşüncesini yayabilmek ve etrafına inanan insanları toplayabilmek için çeşitli bölgeleri ziyaret etmiştir. Bu doğrultuda, Mısır’dan ayrılıp Filistin ve Anadolu’nun önemli merkezlerini de ziyaret etmiştir. Siyasi açıdan oldukça nüfuzlu olan Nicomedialı Eusebius ve Kayserialı Eusebius ile başka psikoposlar ile de bu ziyaretler vesilesi ile görüşmüş ve onların desteğini kazanmıştır. Onlar Arius’un görüşlerine sadece katılmakla kalmayıp bu görüşlerin haklılığını ispat edbilmek ve duyurabilmek adına birer sinod düzenlemişler ve sonucu diğer piskoposlara da birer mektupla bildirerek Doğu Roma İmaparatorluğu genelinde Arius ve felsefesine şiddetle karşı çıkan İskenderiyeli Alexander’in aleyhinde olacak şekilde bir kamuoyu oluşmasını sağlamışlardır.Doğu ve Batı Roma’da meydana gelen bu dini ayrışmalar siyasi bir müdahaleye zemin hazırlamıştır. Batı Roma imparatoru olan Constantin, M.S. 323 yılında yapılan savaşı kazandıktan ve Doğu Roma’yı da egemenliği altına aldıktan sonra kiliseler arasındaki bu dini farklılıklara son vermek ve siyasi birliği sağladığı gibi dinde de birliği sağlamak adına İzmitli Eusebius’un telkinleriyle Kordova piskoposu Hosius’a, Arius ve Alexander’e hitaben yazılmış birer mektup vererek İskenderiye’ye göndermiştir. İmparator Constantin, muhataplarına yazdığı bu mektuplar sonucunda dini olan bu ayrılıklar siyasi bir boyut kazanmıştır. İmparator Constantin’in mektuplarıyla İskenderiye’ye giden Hosius, hem Arius hem de Alexander arasında bir uzlaşma tesis etmeye çalışmıştır. Ancak bunda başarılı olamayınca Antakya’da M.S. 324 yılında bir Sinod düzenleyerek Arius ve arkadaşlarının fikirlerini kendisi de reddetmiştir. Ancak bu Sinod da olayı karmaşık hale getirince İmparator Constantin’in talebi üzerine bir ekümenik konsilin toplanmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine Doğu’nun ve Batı’nın tüm piskoposları İznik’te (Nicea) toplanmaya başlamışlardır. Konsil, 20 Mayıs veya 14 Haziran 325 tarihinde Roma İmparatoru Constantin’in onur başkanlığında, piskopos Hosius’un yönetiminde İznik’te imparatorluk sarayında başlamıştır. İznikte toplanan bu konsile katılan piskoposların çoğunluğu aslında imparatorluğun doğusundandır. İmparatorluğun her bölgesinden konsile toplamda yaklaşık 300 kadar Psikopos katılım göstermiştir. Batı’dan ise yalnızca üç veya beş psikopos (bunların ikisi Papa Sylvestere’nin temsilcisi) katılmıştır (Mehmet Çelik, Süryani Tarihi I, s.115). Ariusçuları durdurmak adına konsil, hristiyan temel inancını belirleyen şu kararı almıştır: “Göğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kainatın yaratıcısı, kâdir-i mutlak tek bir Baba Tanrı’ya; Tanrı’nın biricik oğlu, tek bir Rab İsa Mesih’e, yegane doğrulmuş, Babanın özünden doğmuş, Tanrı’dan Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı olduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, Baba ile aynı tabiatta (homoousius) olduğuna, gökte ve yerde bulunan her şeyin onun vasıtasıyla yapıldığına, biz insanlar ve bizim kurtuluşuuzmiçin semadan indiğine, bedenleştiğine ve insan olduğuna, (çarmıha gerilerek) ızdırap çektiğine, üçüncü gün (mezardan) dirildiğine ve göğe yükseldiğine, ölüleri ve dirileri yargılamak üzere geri geleceğine ve Kutsal Ruh’a inanırız” (Mustafa Sinanoğlu, “Hıristiyan ve İslam Kaynaklarında Tartışmalı Bir Dini Toplantı: İznik Konsili”, s.8-9). Bu tanımlar “İznik İnanç Esasları” adıyla kayda geçmiş ve bir nevi ilk ekümenik amentü olarak bilinmiş ve amentünün devamında aslında Ariusçuluğu aforoz eden (reddeden) şu eklemeler de yapılmıştır: “Tanrı’nın Oğlunun ezeli olmadığını, yoktan veya Babadan farklı öz ve tabiattan olduğunu, onun değişim veya dönüşüme açık yaratılmış olduğunu söyleyenler ökümenik Kilise tarafından aforoz edilecektir” (Çelik, s.118). Bu konsilin yapılmasından sonra başta Roma İmparatoru Constantin olmak üzere Arius ve Ariusçuluğun karşıtları bu ayrılıkçı grupların tamamen sindiğini ve ortadan kaldırıldıklarını düşünmüşlerdir. Ancak konsil sonrası gelişen olaylar, imparator ve onun gibi düşünenleri bir hayli yanıltmıştır. Bu konsil ayrılıkçılara ve ayrılıklaraneden olan dini tartışmalara son veremediği gibi yeni hareketlerin ve farklı zorlukların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ariusçular kendilerini gizleyip İmparator Constantin’e yanaşmaya çalışmışlardır. Mesela, Nicomedia’lı Eusebius, Ariusçu fikirleri savunanların en önde gelenleinin başında olmasına rağmen konsil kararlarını reddedenlerin aforoz edilmesi sonucunda eski fikrinden döndüğünü söylemiş ve konsilin aldığı kararları tanıdığını ilan etmiştir. Bu gelişmelerin üzerine İmparator Konstantin Eusebius’un aforozunu kaldırıp İstanbul’a patrik yapmıştır. Ancak, Eusebius İstanbul Patriği olduktan sonra Ariusçu fikirlerini gizlice yaymaya başlamıştır (Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s.44). İmparator Constantin siyasi dehasını ortaya koymuş ve bu gelişen olayları muhakeme etmeye başlamıştır. Ariusçulara cephe almanın (doğudaki inancın temellerini de düşünerek) imparatorluk hudutlarında sadece ve sadece karışıklıklara sebebiyet verdiğini anlamış ve Ariusçulara karşı tutumunu bariz bir şekilde değiştirmiştir.Arius dahil tüm sürgünleri affetmiştir. İmparatorun tüm sürgünleri affetmesi, dağılmış durumdaki Ariusçular’ın yeniden bir araya gelmesine neden olmuştur. İmparator Constantin’in bu ılımlı tutumu sebebi ile Ariusçular Doğu’da iyiden iyiye faaliyetlerini artırmaya başlamışlardır. İmparator’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Konstans zamanında ise bu ayrılıkçı hareketler batıya da sirayet etmiştir. II. Konstans’ın topladığı sinodlar ve yaptığı çalışmalar sayesinde Aryanizm, IV. yüzyıla kadar imparatorluğun özellikle batı bölgesinde etkinliğini sürdürmüştür. Bu konsil ile beraber hristiyanlık tarihinde bütün hristiyanlar arasında rabıtayı sağlayacak olan iman esaslarının belirlenmesinde ilk adım atılmıştır. Ancak “İznik inanç esasları” Hristiyanlar arasında vahdeti tesis edemediği gibi ayrışmalar daha da çok artırmıştır. Sunumumun devamında bahsedeceğim gibi, hristiyanlık’ta inanç esasları tartışmaları I. İstanbul (381), Efes (431) ve Kadıköy (451) Konsillerinde de devam etmiş, günümüzde üç büyük hristiyan mezhebi tarafından kabul edilen “İznik-İstanbul İman Esasları” bu konsillerden sonra son şeklini almıştır. Son olarak bu konsilde, kiliseler arasındaki farklı uygulamaları ortadan kaldırmak için Paskalya Bayramı’nın tarihinin belirlenmesi de dini uygulamalarda, ortak kararı tayin etmede önemli bir adım teşkil etmiştir. Paskalya Bayramının kutlanacağı günün tespiti, kiliseler arasında birlik oluşturması açısından önemliydi. Paskalya Bayramının kutlanacağı gün, Yahudilerin Pesah Bayramına en yakın düşen “pazar” günü olacaktı (Alparslan Yalduz, “Konsillerin Hıristiyanlık Tarihindeki Yeri ve İznik Konsili”).
*İstanbul Konsili (381)
381 yılında İstanbul’da Aya İrini Kilisesi'nde toplanan bu konsil, İznik Konsili’nde kabul edilen ve tarihte ”İznik İnanç Esasları” olarak geçen Hristiyanlık Amentüsünü kabul etmiştir. Buna ilaveten Kutsal Ruh’dan da bahsedilmiş, onun da ibadete layık gerçek Tanrı olduğu söylenmiştir. M.S. 325 yılında İznik Konsili ile aforoz edilen Ariusçuluk taraftarları inandıkları akideyi savunmaktan geri kalmamışlardır. Özellikle İmparator Constantin’in yerine geçen oğlu II. Konstans (hükümdarlık zamanı: 350-361) devrinde bu ayrılıkçı hareketler imparatorluğun batı kısmında oldukça yayılmıştır. Fakat zamanla Aryenler de kendi içlerinde bölünmüşler ve sayısız mezhep veya itikadi ekole ayrılmışlardır. Bunun sonucunda onların güçleri zayıflamış ve sayıca üstünlüklerini bile kaybetmişlerdir. Çünkü, 361 tarihinde İmparator II. Konstans’ın ve 378’de de Doğu imparatoru olan Valens’in vefatlarının ardından arkalarında imparatorluk desteğini kaybeden Aryenler gerçekten de azınlığadüşmüşlerdir. İmparator Valens’in vefatı sonrası İmparatorluk tacını alan (379 tarihinde) Theodosius, Arius karşıtı olduğunu yani doğal olarak İznik yanlısı olduğunu kısa sürede belli etmiş ve ona göre uygulamalarda bulunmuştur. İstanbul şehrine vardığında kentin psikoposu başta olmak üzere Arius yanlısı tüm din adamlarını kentten uzaklaştırmış ve yerlerine İznik yanlılarını getirmiştir. Sonrasında ise İznik’te kabul edilen hristiyanlığın tanımı olan “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan teslise inananların hristiyan kabul edilebileceği” ifadesinden hareketle bu tanımın dışında kalan kimselere karşı 380 tarihinde yayınladığı bir emirname ile bir takım hükümler getirmiştir. Bu tanımın dışında kalanların hristiyan adını taşımaya layık olmadıklarını, aynı zamanda ayin ve toplantılarına kilise adını vermek hakkına da sahip olmadıklarını ilan etmiştir. Kademeli olarak cezalarını emirnameler vesilesi ile artıran Theodosious, daha sonra İznik yanlısı olmayanların dini toplantı yapamayacakları, vasiyetname, veraset meseleleri vb. yasal haklarını da sahip olamayacaklarını bildirmiştir (Çelik, s.131). Ancak İmparator, Constantin’in hatasına düşmüş, ayrılıkları şiddetle önleme girişiminde bulunmuştur. Bu girişimler imparatorluk dahilindeki karışıklıkları önleyememiştir. Bunun sonucunda ise yine Constantin gibi MS. 381 tarihinde genel bir konsil toplamanın uygun olduğunu düşünmüştür. İmparator Theodosius,’un gönderdiği davetler üzere Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Trakya’dan İstanbul’a gelen birçok piskopos ile Mayıs 381 yılında İstanbul Konsili resmen başlamıştır. Bazı kilise tarihçileri ve piskoposların mektuplarında yazdıkları bilgiler dışında bu konsil ile alakalı olarak hiçbir belge maalesef günümüze ulaşamamıştır. Kilise tarihçileri ve psikoposların mektuplarından da oldukça mahdut bir bilgiye sahip olunabilmektedir.İşte bunlar ışığında, bu konsilde İznik’te kabul edilen İnanç Esasları bir kez daha teyit edilmiş ve bu ilkelere karşı olan görüşlerin reddedilmiş ve bu görüşlere inanan insanlar ise aforoz edilmiştir (Çelik, s.136). Şüphesiz bu konsilin aldığı en önemli karar “Kutsal Ruh” ile ilgili olarak alınan karardır. Bu kararlara göre Kutsal Ruh daha önce İznik’te kabul edilen Hristiyanlık tanımına eklenmiştir ve şöyle tanımlanmıştır; “Baba’dan çıkan ve herkese hayat veren Rab Ruhu’l Kudüs’e iman ediyoruz. Baba ve Oğul’la beraber O’na da secde kılınır ve tesbih edilir” (Mehmet Aydın, Hıristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsili, s.14-15). İstanbul Konsili’nin en önemli sonucu teslis inancının resmen kabul edilmiş olmasıdır. Ancak burada alınan bir diğer önemli karar ise İstanbul Patrikliğinin kurulması ve yönetsel olarak da kendisine tüm Trakya’nın verilmesidir. İmparator Theodosios zamanına kadar Hareclea Metropolitliği’ne bağlı bulunan İstanbul, bu İmparatordan sonra İstanbul Piskoposluğu’nun Hareclea Metropolitliği’nin hükümranlığından kurtarılması ve ülkede dini faaliyetlerin dikkatli bir şekilde incelenmesini amaçlamıştır. Ama bu şehirde Patriklik kurulması Roma’yı çok da mutlu etmediği gibi bu konsilde yer alan ve bunu kabul eden insanlar içinde yer alan İskenderiye ve Antakya patriklerinin de sonradan hain olarak nitelendirilmelerine sebebiyet vermiştir (Dvornik, s.11).
*Efes Konsili (431)
Arius'tan sonra, bir yüzyıl içinde Hıristiyanlar arasında en önemli ayrışmalardan birini, Nestorius'un (öl. 450), İsa 'nın İnsan-Allah değil, Allah taşıyıcısı olduğu görüşü oluşturmaktadır. Ona göre; Hz. İsa, Allah değil, insan olarak doğmuş ve bedenine Logos'un (Kelam) girmesi ile Tann olmuştur. Nestorius, bu yüzden Hz. Meryem'e Tanrı Anası denilemeyeceğini, ona sadece İsa’nın Anası denilebileceğini öne sürmüştür (Ahmet Hikmet Eroğlu, Hristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış, s.313-314). Ateşli, bilgin ve becerikli bir din adamı olan Nestorius Suriye asıllıdır. İyi bir hatip olması ona etrafında çok sayıda insanın yer amasını sağlamıştır. 428 yılında İstanbul Patrikliği’ne getirilen Nestorious, ilk önce Arius taraftarları ile sürtüşmeler ve ayrılıklar yaşamış daha sonra ise Akide olarak İznik ve İstanbul Konsilinden ayrılmıştır. İleride önemli ayrılıklara neden olan Hz. İsa’nın tabiatı konusundaki fikirleri ses getirmiş ve bu vesile ile kendine oldukça taraftar bulmuştur. Ona göre Hz. İsa iki tabiat sahibi bir varlıktır. “Hz.İsa, içinde “Allah” kelamının yer aldığı bir insandan başka bir şey değildir” diyerek Hz.İsa’nın insan olarak Allah olmadığını, sadece Allah’ın bir nevi taşıyıcısı olduğu gibi kabul edilmesi oldukça zor bir iddiada bulunmuştur. Bir diğer deyişle Hz.İsa, Nestorius’a göre iki ayrı kısımdan oluşur. Biri ilahî, diğeri ise insanîdir. Ona göre bu tarif, Hz.İsa’ın Tanrılığına bir halel getirmemektedir. Çünkü O, bu kısımları tam temsil etmektedir. Aykırı fikirlere sahip olan Nestorius ve ona inananlar ile diğer Hristiyanlar arasındaki çekişmeleri önlemek amacıyla İskenderiye ve Roma piskoposlarının önderliğinde 431’de Efes’te bir genel konsil toplama kararı alınmıştır (Aydın, s.107). Ve 381 yılında İmparator II. Theodosios’un çağrısıyla konsil toplanmıştır. Konsile kendisi katılmayan İmparator yerine iki temsilci göndermiştir. Konsil üyelerinin henüz tamamı iştirak etmeden İskenderiye Psikoposu Cyrille, Kudüs ve Kıbrıs piskoposları başta olmak üzere bir çok doğu psikoposunu yanına almayı başarmıştır. Ancak durumun kendi avantajına olduğunu anlayan Cyrille konsili hemen başlatmak istemiştir. Bunun sonucunda da Nestorius, kendi taraftarı olan Psikoposların hazır bulunmadığını onların beklenmesi gerektiğini iddia ederek konsile katılım sağlamamıştır (Çelik, s.159-160). Cyrille, Hz. İsa Mesih’in uluhiyetini Pavlus’un yazılarına dayanarak kanıtlamaya çalışmıştır. Daha sonra Roma ve İskenderiye yerel sinodlarının Nestorius’u tekfir eden görüşleri aynen kabul edilmiş ve Nestorius’un psikoposluk rütbesi alınarak aforoz edilmiştir.Sonuç olarak Efes “Hz. İsa’da birleşmeden sonra Tek Doğa ve tek kısım olduğu ve Meryem’in de “Tanrı’nın annesi” olduğu” karara bağlanmıştır (Aydın, s.108).Nesturî inancı (doktirini) olarak adlandırılan inanç, çok geçmeden Roma İmparatorluğu topraklarında kaybolmuş ama buna karşın, kendi inançlarını yaşamak üzere çok sayıda Nesturî taraftarı İran’a göç etmiştir. Nisib’te yeni bir teolojik okul kuran bu insanlar, Nesturî Kilisesi Patrikliği’ni tesis etmişlerdir. Roma İmparatorlarının düşmanı/rakibi olan Pers diyarının kralları tarafından korunan bu insanlar, sonuçta gayret göstererek inançlarını Hind’e ve Çin’e kadar nüfuz ettirebilmişlerdir.
*Kadıköy Konsili (451)
İmparator Marcian’ın daveti üzerine, İmparatorluğun her bölgesinden konsile iştirak etmek üzere bir çok piskopos İstanbul’a gelmiş ve Ekim Ayında Kadıköyde toplanan konsilin açılışı Kadıköy Euphemia Kilisesi’nde yapılmıştır (Dvornik, s.18-19). Yaklaşık beş yüz psikoposun katıldığı bu konsilde batı sadece beş temsilci göndermiştir. Bu Konsil, özellikle Doğu Hıristiyanlığı için hayati bir öneme sahiptir. Belki de bu yüzden Süryani Kilisesi kaynakları bu konsil hakkında oldukça fazla bilgi verrmektedir. Kadıköy Konsili, bu ilk konsiller içerisinde oldukça fazla bir öneme sahiptir. Çünkü Kilise organizasyonunda yapılan değişiklikler ve alınan kararlar sonucu Doğu Klisesini Batıdan tamamen ayırmış ve bundan sonra tarihi seyir içinde sıklıkla görebileceğimiz bu iki klise arasındaki düşmanlığa sebebiyet vermiştir. Bu Konsil sebebiyle yaklaşık on beş yüzyıldan beri Doğu Hıristiyanlığı ile Batı Hristiyanlığı arasında yaşanan bu anlaşmazlık/düşmanlık giderilememiştir. Bugünkü Ermeni, Süryani, Habeş ve Kıpti Kiliseleri Kadıköy Konsilini meşru bir konsil olarak kabul etmezken, Rum Ortodoks Kilisesi ve Katolik ve Ortodoks Kiliseleri tarafından Ekümenik bir konsil olarak kabul edilmektedir.Bundan önce toplanan İznik, İstanbul ve Efes konsillerinde toplanma nedeni olarak öne çıkan nedenler hem siyasi hem de dini bir takım ayrılıklar idi. Ancak Kadıköy Konsili’nin toplanmasındaki amil daha çok İkinci Efes Konsili’dir. İkinci Efes Konsilini ayrı bir başlık olarak açmadım çünkü ona sadece burada değinmem Kadıköy Konsili’ni de sunumuma dahil edebilmem adına oldukça gerekli idi. Efes Konsili tamamen İskenderiye Patriği Dioscorus tarafından idare edilmiştir. Bu karara varılmasının nedeni ise konsilin yönetiminin tamamen onun elinde olmasıdır. Konsil kararları olarak, Dioscorus’un da kabul etmesiyle İstanbul ve Antakya Patrikliği ile önemli sayıda piskopos aforoz edilerek yerlerine Dioscorus’un onayı ile yenileri getirilmiştir. Bununla beraber asıl önemlisi; Roma Psikoposu olan Leo’nun konsile gönderdiği mektup Dioscorus’un lobisi sebebiyle okunmamıştır. Çünkü onun mektubunu bu lobi, kendi düşüncelerine aykırı görmekteydi. Bu ise Leo’nun nüfuzunun ciddi bir şekilde yaralanması manasına gelmektedir. İki Kilisenin birbirlerini ve tarftarlarını karşılıklı olarak aforoz etmeleri zaten arada mevcut olan düşmanlığı daha da artırmış ve Leo’nun baskı ve ısrarları ile İmparator Marcian’ın daveti üzerine Kadıköy Konsili 451’de toplanmıştır.Kadıköy Konsili’nde, diğer konsillerde olduğu gibi tartışma daha çok Hz.İsa’nın tabiatı üzerineydi.Tartışmalardan sonra, nihayetinde İsa Mesih’in “iki tabiata” sahip olduğu sonucuna varılmıştır. İman noktasına açıklık getiren ve toplantının ancak altıncı oturumundan sonra bir dogma olarak kabul edilen: “Hepimiz, ittifakla bir tek ve biricik Oğul İsa’yı kabulediyoruz. Ve yine O’nun, bir tek şahısta birleşmiş, bölünmemiş, ayrılmamış ve değişikliğe uğramamış iki tabiatını kabul ediyoruz” (Dvornik, s.20). Yani Konsil yine insan aklının oldukça zor kabul edeceği bir karar almıştır. Buna göre Hz. İsa Tanrı olma yönüyle mükemmel bir Tanrı ve aynı zamanda insan olma bakımından da mükemmel bir insan sıfatını taşımaktadır. Hz.’yı aynı anda iki kimliğe sokmak gibi zor bir düşünceyi kabul eden konsil, iman esaslarının belirlenmesi noktasında aldığı bu kararlarda adeta bir paradoks meydana getirmiştir. Mesela, bir yandan Nestorius mahkûm edilirken, onun teolojisi ise kabul edilmiştir. Konsilde Monofizit düşüncenin tamamen mahkûm edilmesi, Mısır ve Suriye gibi Monofizit düşüncenin egemen olduğu yerlerde siyasi problemler ortaya çıkarmış ve onların merkeze bağlılıklarını zayıflatmıştır. Monofizit görüşü temsil edenler bu yasaklamalar ve düşüncelerinin mahkumiyetleri sonrasında bile -tarihte çokca örneklerini gördüğümüz üzere- inançlarından ödün vermemişler ve konsilin kararlarına karşı tepkilerini siyasi olarak göstermişlerdir. Örneğin, Mısır Kilisesi, ayinlerinde Grekçeyi kaldırarak, onun yerine yerli dil olan Kıpt dilini kullanmaya başlamıştır. Yüzyıllar sonra Müslüman Orduları Mısıra ulaştıklarında Kıptilerin, onları kurtancı gibi karşılamalarının sebebi de burada kendi dindaşları tarafından zulüm görmeleridir. Bu konsil kararlarından sonra, bu dogmaların devlet gücü kullanılarak benimsetilmeye çalışılması sonucunda, İskenderiye, Antakya ve Kudüs'te iç karışıklıklar zuhur etmiş ve Monofizit düşünceye sahip Mısır ve Suriye Kiliseleri ile Diyofizit Bizans Kilisesinin aynlış süreci fiilen başlamıştır (Ostrogorsky, s.55-56). Bu konsilin yansımaları ile ilgili olarak İgnatius Zekka I. İvas (Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nin Patriği) “…Böylece Kadıköy Konsili, sağlam imanı değiştirdikten ve İsa’ya ittihattan sonra iki tabiatlı diyen Nestorius’un sapkınlıklarını destekledikten, tek olan Kurtarıcı’yı ikiye ayırdıktan sonra, Toplayıcı Kilise’yi ikiye bölerek, Kilise’nin evlatlarını birleştirmek yerine parça parça ederek dağılmıştır.” diyerek durumu çok güzel özetlemektedir (Çelik, s.172-173).
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.