Doğu Romalıların yani Bizanslıların kendilerini ve içinde yaşadıkları ülkelerini ifade etmek için kullandıkları “Romania”veya “Romaioi” kelimeleri İslam dünyasında onların Rum, Doğu Roma İmparatorluğu’nun da “biladü’r-Rum “veya “memleketü’r-Rum” şeklinde tanınmasına yol açmış ve zikredilen bu tabirler Anadolu coğrafyasının Türklerin hâkimiyetine girmesinden sonra, Doğu Roma idaresi altında bulunmuş Anadolu’yu gösteren bir coğrafi ad olarak yaygınlaşmıştır (Halil İnalcık, TDV İslam Ansiklopedisi, Rumeli Maddesi). Bu iddiayı kanıtlayacak birden çok kaynak vardır. Mesela, Osman Turan’a göre de Doğu Roma toprakları Melikşah döneminde “Rum Ülkeleri” şeklinde isimlendirilmiştir (Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 2009). Yine aynı şekilde İbn Bibi de benzer bir ifade olarak “Rum Diyarı” ifadesini kullanmıştır. Bununla beraber, XIII.yy’da, Batılı gezginler, Türklerin idaresinde bulunan Anadolu coğrafyası için “Turquemeneie” ve Doğu Roma İmparatorluğu’na tabi yerlere ise “Romania” diyerek kayda geçiyorlardı. Daha sonra ise bu tabir, Ortodoks mezhebinin hâkim olduğu Balkan yarımadasını ifade etmek için kullanıldı. Dolayısıyla, Halil İnalcık’ın, Wittek’ten naklettiği gibi, “Osmanlı Türkleri balkanlar için Rum-ili adını Yunanlıların Romania’sından aldılar ve onu Anadolu’ya karşı denizin ötesinde Bizanslılardan fethettikleri yerler için kullanmaya başladılar.” Bu yazının ilerleyen bölümlerinde ilk Türk fütûhatları üzerinde duracağız fakat coğrafya olarak ifade etmek gerekirse Rumeli, en geniş sınırlara ulaştığı 1530-1540 tarihleri arasında, İstanbul dâhil Doğu Trakya’yı, tüm Bulgaristan’ı, şimdiki Romanya’nın tamamını (kuzeybatı bölgesi hariç), günümüz Yunanistan’ın tamamını, Makedonya’yı, Kosova’yı, Belgrad dâhil Sırbistan’ın büyük bir bölümünü, Arnavutluk’u, Bosna-Hersek’i, Karadağ’ı, Ukrayna’nın güneybatısını, Moldovya’yı ve Kefe Sancağını ve Hırvatistan’ın tamamını içine alarak yaklaşık olarak 800 bin km’yi buluyordu ve Bosna’nın ve Budin’in 1541’de beylerbeyliği olmalarına kadar ki geçen yaklaşık iki yüz sene devletin tüm Avrupa toprakları Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlıydı. Ayrıca, Rumeli ifadesi yedi yüzyıla yakın bir süre hem Avrupa’da hem de Anadolu’da yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Buna rağmen, milliyetçi cereyanların ve emperyalist hareketlerin tesiri ve bu güçlerin bu bölgeyle alakalı tarihi iddiaları nedeniyle yeni adlandırmalar yapılmaya başlandı. “Rumeli” ismini “Balkanlar” ismi ile değiştirme çabaları başladı ve başarılı da oldu. İdari ve siyasi merkez olarak Rumeli, 19.yy. ortalarına kadar yaşadı. Modern araştırmalar ve kaynaklar bu coğrafyayı “Balkanlar” diye tabir ettikleri için biz de bu yazının ilerleyen bölümlerinde bu ifadeyi kullanacağız.
Osmanlı Devleti’nin İlk Fütûhatları Öncesi Balkanlar
Asya’nın içinden, Doğu’dan gelen göçebe Türk kavimleri VI.yy.’dan başlayarak Balkan Yarımadası’nda yurt edinmişlerdi. Ve burada yerli halk olan Slav, Dac ve Trak’lar ile karışarak ya ortadan kaybolmuşlar veyahut Kuzey-Doğu Balkanlarda, askeri egemen sınıf olarak devletler kurmuşlardı. Bunlara örnek olarak, Kutrigur’lar verilebilir. Bunlar daha VII.yy’da bu coğrafyada bir Bulgar Hanlığı kurmuşlardı. Mesela, Dobruca’da, Bulgarların bıraktıkları kitabelerden bilindiği kadarıyla, hükümdar, “Han” unvanı ile anılır ve On İki Hayvanlı Türk Tavmimi kullanılırdı. Ve dahi, bu Bulgar Hanları iki yüz yıl (IX-XI.yy. arası) Balkan Yarımadası’nda Doğu Roma İmparatorluğu’nun yerini almışlardı (Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Yayınları, Balkanlar, Türkler ve Balkanlar Makalesi). Yine aynı şekilde bugün bizler biliyoruz ki, XIII.-XIV.yy’lar arasında, Bulgaristan’da, menşei itibariyle Kıpçak veya Kuman boylarına mensup –ki bu boylar Hristiyanlığı kabul etmiş ve Dobruca’dan Akkerman’a kadar step bölgelerine yerleşmişlerdi- Şişman ve TerteriHanedanları hâkim olmuştu. Sonuç olarak, Deli-orman ve Varna’dan Tuna’ya kadar giden bölge daha Osmanlı akıncılarının fütûhatlarının çok evvelinde bir Türk yerleşim yeri olmuştu.Türklerin bu ilk yerleşimlerinden sonra ikinci bir yerleşim, Anadolu Türkleri tarafından olmuştur. Kuzeyden gelen ve yerli halkın din ve kültürünü benimseyip asimile olan önceki Türk boylarının aksine olarak, Anadolu’dan gelenler kendi din ve milli kültürlerini korumayı başarmışlardır. Bu ilk yerleşmenin nasıl olduğu konusunda bir takım farklı iddialar söz konusu ise de tüm bunların ittifakken değindikleri husus, bu yerleşimin 1261’de Moğolların baskısı ve zulmünden kaçan Selçuklu Devleti Sultanı II. İzzettin Keykavus ile gerçekleşmiş olmasıdır. Bu tarihten evvel de hiç şüphesiz, bazı Anadolu beylerinin daha XI. yy’da Rumeli’ye aşina olduklarını, Osman Turan’ın Danişmend-name’den alıntı yaptığı dipnotunda Çaka Bey’i anlatırken değindiği, “İslam çerisi atlandı; çeri mukaddemi Çavuldur Çaka idi, beşyüz erle revane aldı… Kayseriyye’den İstanbul sınırına dek her ne kadar şehir varsa harap kıldı… İstanbul’a varup Kayser’in çerisin sıydılar; İstanbul’u aldılar. Ol aradan geçüp Rum-ili vilayetine düşdiler” (Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Siyasi Tarih Alp Arslan’dan Osman Gaziye, 2005) bu ifadelerden anlıyoruz. Ayrıca, Çaka Bey’in amacının İzmir merkezli beyliğini kurduktan sonra, Balkan Yarımadası’nda bulunan Peçenekler ile birleşmek olduğunu kaynaklar bildirmektedir (Çağatay Uluçay, İlk Müslüman Türk Devletleri, M.E.B. Devlet Kitapları,1977). Bu girişimlerin yerleşme hususunda başarısız oldukları göz önünde bulundurulursa, vazıhen bahsedeceğiz XIII.yy. Anadolu Türkleri yerleşmesinin, Balkanları Osmanlı’dan evvel Türklük ve Müslümanlık ile tanıştırma hususundaki önemi daha iyi kavranmış olur. Ali Sevim ve Erdoğan Merçil 1261’deki bu yerleşim hadisesini, her ne kadar, Altınordu Hükümdarı Bereke Han’ın Sultan II. İzzettin Keykavus’u, Bizans İmparatoru’nun hapsinden ve kötü muamelesinden kurtararak, Kırım’daki Suğdak ve Solhad kentlerinin dirlik olarak verilmesi ile gerçekleştiğini ifade etseler de şu anda kabul gören tez ise Moğol idaresinden kaçan otuz-kırk Türkmen obasının, kutsal kişi Sarı Saltuk ile İzzettin Keykavus’un yanına geldiği ve Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiololos tarafından da Kuzey Dobruca’ya yerleştirmeleriyle vuku bulmuş olmasıdır. Başlangıç itibariyle, Altınordu Emirinin himayesindeki bu otuz-kırk oba, Baba-Saltuk kasabası ile beraber iki üç kasaba daha oluşturdu. Bunu İbn Batuta da teyit eder. 1332’de buradan geçen Batuta, bu Baba kasabasından “Türklerin oturduğu yer” olarak bahseder. Emir Nogay ölünce yerine geçen Müslüman olmayan Moğol hanları zamanında 1261’de gelen Türkmenlerden büyük bir bölümü, Anadolu’ya göç etmişler ve kalanlar ise Hristiyanlığı kabul ederek yerli Kumanlara karışmışlardır. Bunlar, “Gagavuz” ismi ile (Keykavus’un halkı manasında) bugüne kadar ulaşmışlardır. Gagavuzların Anadolu lehçesini konuştuklarını ortaya koyan araştırmalar da vardır. Ve istidradi olarak ifade etmek gerekirse, bunlar, Balkanlarda bu kadar köklü yerleşim sağlamalarına rağmen, bugün hala kendi siyasi varlıklarını tanıttırma gayreti içerisindedirler. Burada bahsedilen kutsal kişi olan Sarı Saltuk, aslında Balkanlara gelip yerleşmiş ilk Müslüman velidir. Saltukname adı ile Ebu’l-Hayr Rumi tarafından toplanan birçok rivayet, işte bu Baba Saltuk’un etrafında cereyan eden menkıbelerdir. Bu veli, destanda da geçtiği gibi Balkanları İslamiyet’e açmıştır. Sonraki yüzyıllarda, Sultan II. Bayezid sefer icabı Dobruca’ya vardığında, belki de Rumeli gazilerinin gönlünü alıp, hoşnut etmek için, Sarı Saltuk’un kabri üzerinde bir türbe yaptırmış ve vakıflar adamıştır. Ve dahi, bu zatın kasabası yüzyıllar boyu, yörük, akıncı ve gazilerin hareket üssü olmuştur. Anadolu Türklerinin bu ilk akınlarından sonra, Osmanoğulları’nın fütûhatına kadar başka akınlar da olmuştur. Bu akınlar, Karesioğulları Beyliği kurulduktan sonra başlar. Ancak, bu akınlar sonucu herhangi yerleşim söz konusu olmamıştır. Batı Anadolu’da güçlü bir beylik kuran Aydınoğulları, Saruhanoğulları ve Karesi beyleri donanmaları ile Ege denizini aşarak Balkanlara birçok kez akınlar yapmıştır. Bu akıncıların en tanınmışı, hiç şüphesiz Aydınoğullarından Gazi Umur Bey’dir. Çünkü bu Gazi’nin Adalara, Mora, Dalmaçya ve Rumeli’ye, Karadeniz’den Eflak’a yapmış olduğu bu seferler Doğu Roma İmparatorluğu’nu bir hayli tedirgin etmişti. Dahası, Bilgehan Pamuk’a göre de Osmanlı fetihleri öncesi, daha 1337’de Umur Bey, Bizans İmparatoru III. Andronikos’un mütteki olarak yaklaşık 2.000 kişilik neferiyle Arnavutluk’a kadar gelmişti (Bilgehan Pamuk, “Osmanlı Dönemi’nde Arnavutluk”, 2006). Fakat Bizans onu durdurmak için Batı Hristiyan âlemini harekete geçirdi. Bunun sonucunda, Haçlılar 1344’te İzmir kalesini alıp onun denize çıkmasını engelleyince, gaziler Rumeli’ye geçmek için bir başka çıkış noktası olan Çanakkale Boğazı’na yöneldiler. Görüldüğü gibi, Osmanlı’nın ayak basmalarından çok önceki tarihlerde, birçok Türk beyi ve hatta sabık Selçuklu Sultanı da Balkanlarda siyasi ve askeri faaliyetlerde bulunmuş, başarabilenlerden orayı yurt tutanlar dahi olmuştur.
Osmanoğulları’nı Balkanlara Sevk Eden Sebepler
Moğolların Anadolu’yu işgallerinin ardından, sınır memleketlerde, gazi idealleri yeniden canlandı. Moğolları takip ederek Orta Asya’dan sayısız din adamı ve tarikat şeyhi Anadolu’ya gelmişler ve Küçük Asya’daki mücadeleye hiç karışmadan, Batı Anadolu’ya yönelmişler ve buraları yeniden istila ederek, ilk kez olarak Osmanoğulları’nın yaptığı gibi eyaletlerdeki ayrı, bağımsız beyliklerini kurmuşlardı. Anadolu’daki siyasi karışıklık, bu beyleri cebri olarak daha batıya yönlendiriyor ve Küçük Asya’daki siyasi hesaplara mümkün olduğunca karışmamaya sevk ediyordu. Bunlar daha sonra da Bizans’la yukarıda bahsettiğim üzere sayısız mücadele içerisine girmişlerdir. Bizanslılara karşı savaşa özel bir başarı ile girişmiş Türkler arasında, özellikle (Umur Bey’in Latinler ’in istilalarıyla uğramak zorunda kalmasından sonra) Osmanlılarbulunuyordu. Osman oğlu Orhan, 1344 yılında yaptırdığı Bursa camiinin kitabesinde kendini; “sultan, gaziler sultanının oğlu, gazi oğlu gazi, ufukların sınır bekçisi dünya kahramanı” diye vasıflandırıyor. Gaziler sultanı unvanını, bu unvan kendisine Konya Mevlevi dervişleri örgütünün bir şeyhi tarafından verilmiş olan Osman Bey’in çağdaşı bulunan Aydın Bey’i de kullanıyordu. Aynı şekilde Osman Bey de din mücahidi veya gazi unvanını, kendisine kılıç kuşattırmak suretiyle derviş Şeyh Edebali’den almıştı (Carl Brockelmann; İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, 2002). Sonraki Osmanlı sultanları da İstanbul’da Haliç’teki Eyüp Sultan Camii İmamı vasıtasıyla Osmanlı kılıcını kuşanıyorlar ve bu surette sultanlık payesini elde ediyorlardı. Osman Gazi Doğu Roma’ya karşı harp ilan edince, Anadolu’nun ekser yerlerinden Türk boyları onun yanına geldiler. Bu gazilerin arkasından, Ahi ticaret ve zanaat teşekkülleri de dâhil olup, bu gazilere savaş ganimetlerinin nasıl kullanılacağıyla alakalı yardım ettiler. Daha sonra da bunları ulema takip etti. Böylece, yeni teşekkül olunan bu genç beylik, mefkûresi etrafına hızla insanları toplamayı başarmıştı. Osman Gazi de Karacahisar’dan tebaasını, gelen bu yardımlar vesilesiyle, devamlı surette Marmara Denizi’ne, Yenişehir’e ve Karadeniz’e sevk ediyordu. Bu arada, 1300 yılında, Karacahisar’ı oğlu Orhan’a ikta olarak devretti. O sırada, Anadolu’da Selçuklu Devleti’ne son vermiş olan Moğollar, Küçük Asya’nın bu batı ucundaki beyliği rahatsız etmeden kendi hallerine bıraktılar.
İlk Fütûhatlar
Karacahisar’ın kendisine ikta olarak verildiği Sultan’ın oğlu Orhan, babası Osman Gazi tarafından ilk fütûhatlar sırasında Köprühisar’a gönderildiği gibi aynı zamanda diğer gazi beylerle birlikte İznik üzerine de yollandı. Osmanlı’nın bu ilk fütûhat hareketlerinde çok önemli rol oynayan Orhan, eşkıyalık eden Çavdar aşiretinin faaliyetlerini engellemek suretiyle babasının tam güvenini kazandı ve Bizans’a karşı verilen savaşlarda başlı başına kumandan tayin edildi. Ve de maiyetine, Akça-Koca, Gazi Abdürrahman, Kösemihal ve KonurAlp gibi nam salmış gaziler verilerek Sakarya ve deniz arasındaki yerlerin fethi için görevlendirildi. Ve ciddi başarılar elde etti. Bu başarılardan sonra, Osman Bey’in yaşlanması ve romatizmadan mustarip olması nedeniyle, Orhan, babası tarafından 1320 tarihinden itibaren adeta vekil yapılmış gibiydi. Bu tarihten tahtta geçirdiği süre boyunca fetihlerin ana mimarı Orhan Gazi olmuştur. Daha sonraları İzmit’i ve Karamürsel’i de fethederek Osmanlı hududunu Karadeniz ve İstanbul Boğazı’na kadar genişletti. Bu fetihler, tabii, henüz Balkan fütûhatlarına hazırlık mahiyetindedir. Bunların arasında en önemlisi belki de Karesioğulları’nın ilhakı olmuştur. Çünkü bu ilhakla beraber bu beyliğe tabi değerli ümeranın Osmanlı hizmetine geçmeleri ve Hacı İlbeyi, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gazi Fazıl gibi büyük ve tecrübeli kumandanlardan, müteakip Rumeli fütûhatında azami şekilde hizmet ve yararlılık sağlanmış oldu. Osmanlı’nın Karesi’ye yerleşmesiyle beraber, Osmanlı ülkesi böylece, Anadolu gazilerini Balkanlara sevk eden başlıca hareket üssünü aldı. Orhan Bey’in bu uc’a yerleşen oğlu; Süleyman Paşa, Kantakuzenos’un müttefiki olarak sayısız defa Trakya’ya geçti ve sonunda 1352’de Kantekuzenos’un kışlak olması için ona teslim ettiği Cinbi kalesinde yerleşip, kaldı. Daha sonra da Gelibolu Yarımadası’nın en önemli stratejik noktasını, Bolayır’ı fethetti. Ve uzun zamandır kendilerine yurt aramakta olan, Türkmenleri Anadolu’dan Güney ve Batıya doğru akın yapmak üzere örgütledi. Kantakuzenos’un verdiği bilgilere göre, kendisi 10.000 altın gönderip Çimbihisarı’nı Süleyman Paşa’dan almaya çalışmış; fakat “Allah’ın takdiri” ile şiddetli bir deprem Trakya’daki şehirlerin hemen hemen tamamını harap etmiş, halk henüz surları ayakta duran şehirlere kaçıp sığınmıştı. Süleyman Paşa böylelikle Gelibolu’yu ele geçirdi. Osmanoğulları’nın Balkanlarda yerleşmeye başlaması ise Bizans’ta ciddi bir heyecan ve de telaş uyandırdı. Bu askeri başarının nihayetinde, Osmanoğulları’nın Balkan fütûhatı da başlamış oldu. Osmanoğulları’nın imparatorluklarını Balkanlarda kurarlarken, karşılarında güneyde Venedik ve kuzeyde Macaristan’ı bulmaları tesadüf değil; aksine bu coğrafyanın jeopolitiğinin değişmez bir sonucudur. Bu devletler daima beraber hareket etmişler ve Papa’nın da desteğiyle yani bir Haçlı ideolojisi altında, Avrupa’yı kontrol altonda tutmak istemişlerdi. Balkan Yarımadası içindeki bir takım eski oluşum dağlık alanlar ve dahi boğaz ve geçitler, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu coğrafyada kuruluş aşamalarını belirleyen çok önemli bir faktördür. Mesela, Osmanoğulları, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa tarafına yerleştikten sonra, Edirne’den Enez’e kadar Meriç Irmağı ilk fetih ve yayılış sınırı olmuştur. Doğu Trakya’nın ve de Edirne’nin 1361’de Kantakuzenos ve Andronik arasında çıkan iç savaştan faydalanarak ele geçirilmesinden sonra, Evrenuz Gazi, İpsala merkez olmak üzere, uc merkezini Batı Trakya’ya karşı kurarken, Hacı İlbeyi ve diğer tecrübeli Karesi gazi beyleri Dimetoka uc’unda Uzancaova-Filibe doğrultusundaki gazileri teşkilatlandılar. Buna karşılık, Mihaloğulları’nın komutası altındaki Balkan dağları doğrultusundaki doğu uc gazileri, Kırklareli’nde kuzeye, Bulgaristan’a karşı örgütlenmişlerdi (Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Yayınları; Balkanlar, Türkler ve Balkanlar Makalesi). Osmanlılar için, Edirne’nin alınması (1361) bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü bu andan itibaren Osmanlı ilerlemeleri, biri Selanik’e doğru, doğuda Dobruca ve ortada Beylerbeyliği kumandasında Edirne’den Meriç vadisi boyunca Sofya doğrultusunda sistematik bir şekilde vuku bulmuştur. Tabi Osmanoğulları’nın ilerlemerinde, hızlı bir surette cereyan eden, muvaffakiyetlerin nedenleri arasında, bu tarihte Balkan Yarımadası’nda Osmanlı ilerleyişini durdurabilecek herhangi büyük bir devletin olmayışıdır. Süleyman Paşa’nın Gelibolu’yu zapt ettiği sırada Sırp Çarı Stephan Duşan ölmüş (1354), Makedonya’dan Tuna’ya kadar kurduğu güçlü imparatorluk küçük devletler ve senyörlükler arasında bölünmüştü. Aynı şekilde, Bulgar Çarlığı da üçe ayrılmıştı. En önemlisi de Doğu Roma İmparatorluğu artık yalnızca bir isimden ibaretti. Bu küçük devletler arasında hemen her zaman bir rekabet söz konusu olmuş ve bazı zamanlar komşudan birkaç kasaba ele geçirmek gibi ufak hesaplar yüzünden dışarıdan bir müttefik aramaktan hiç mi hiç tereddüt göstermemişlerdi. Tabii bu durumdan yukarıda da bahsini ettiğim gibi daha çok Venedikler ve Macarlar yararlanmaya çalışıyordu. Ama artık bu “dışarıdan müttefikler” e bir yenisi eklendi: Osmanlılar! Bu küçük yerli hanedanlar, kendi egemenlik alanlarını genişletmek ve ülkelerine hâkim olabilmek için bu beylikten yararlanmak için adeta yarışa girdiler. Elbette Osmanlı’nın bu yardımları karşılıksız değildi. Bu yardımlar kısa zaman sonra himaye, metbuluk haline dönüşüyor ve en sonunda da yerli hanedanların ortadan kaldırılması ile söz konusu ülkeler Osmanlı egemenliği altına giriyordu. Örnek olarak, Karadeniz kıyılarındaki Bizans-Bulgar savaşımları sırasında, Osmanlılar yardım talebinde bulunan Bulgar Çarının teklifini karşılıksız bırakmadı (1366). Bizans’ta adet olan siyaset gereği Bulgarlara karşı Macarlar ile ittifak kurdu. Yani daha 1366 gibi erken bir tarihte, Osmanlılar, Bulgar Çarı müttefiki olarak Tuna Sahillerinde boy gösterdiler. Zaten bu tarihten beş yıl sonra da Bulgarlar Osmanlı Devleti tabiiliğine girdi. Binaenaleyh, bidayette Osmanlılar, Balkanlarda takip ettikleri denge politikası sayesinde egemenlik alanlarını genişlettiler. Zaten adeta gizli bir el Osmanlıların güçlü bir hale gelmesi için bütün sebepleri onların lehinde cereyan ettiriyordu. 1371’de Osmanlı uc kuvvetleri, Bizans ile ittifak kuran Sırp ordusunu Çirmen’de bir baskın sonucu yok etmişler ve Halil İnalcık’ın ifadesiyle bu başarı “Balkanlar’da Osmanlı üstünlüğünün kesinlikle kurulduğu bir dönüm noktası” olmuştur (H.İnalcık, “The Ottoman and the Crusades, 1329-1522”,1989). Çünkü elde edilen bu muvaffakiyet üzerine Bizans, Makedonya’daki hanedanlar, Bulgaristan, Osmanlıların tabiiliğini kabul etmek zorunda kaldılar. Diğer bir ifadeyle, 1371 tarihinde, Balkanlar coğrafyasında yeni, genç ve de güçlü bir imparatorluk doğdu: Osmanlı İmparatorluğu. Ancak buna karşılık tabii olan bu devletler ile bağlar bir hayli gevşekti. Çünkü bunlar, Osmanlı çatısı altında faaliyet gösteren küçük devletler topluluğuydu. Dolayısıyla olası bir duruma karşı Sultan, akıncı kuvvetlerini ve yeniçeri ordusunu en kuvvetli bir silah olarak, bölge içindeki barışı korumakta kullanıyor ve de en önemlisi bölgede emelleri olan Venedik ve Macaristan’ın yayılmalarını engelliyorlardı. Fakat buna rağmen tabii olan hanedanlar Sultan’a bağlılığın nişanesi olan haracı ödemeyerek, bu tabiilikten kurtulmaya çalıştıkları zaman, merkezin kuvvetleri devreye giriyor, bu duruma son veriyorlardı. Aslında, Osmanlılar Balkanlarda kurdukları bu imparatorluğu sağlam, merkeziyetçi bir boyuta ulaştırmayı amaçlıyorlardı. Bu amaca ulaşmak için ise izlenen siyaset safha safha gelişti; vasallık dönemini doğrudan ilhak izledi. Doğrudan ilhak edilen topraklarda, Osmanoğulları, yerli hanedan ailelerinin çoğunu eski feodal topraklarında timar sahibi olarak bırakıyor, en önemlisi de bunun için dinlerini değiştirmesi şartını aramıyordu. 1500 tarihine kadar Balkanlar’da pek çok Hristiyan timar sahibi bulunmaktaydı. Dolayısıyla, Balkanlarda İslamlaşmanın zorla olmadığı da bu durum göz önünde bulundurularak anlaşılmış olabilir. Aynı şekilde, Ö. Lütfi Barkan da 1520-1535 tarihleri arasına denk gelen nüfus ve vergi defterlerine göre, bu dönemde Balkanlar’da nüfus sayısını hane/aile olarak hesaplamış ve bir haritada Müslüman ve Hristiyan nüfusu bir arada göstermiştir (Ö. Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak Sürgünler”, 1951). Bu haritaya bakılınca, Balkanlar’ın doğu tarafında Müslümanların kesinlikle çoğunlukta olmalarına mukabil, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan ve Bosna’yı içine alan Batı Balkanlarda ise küçük birer azınlık halindedirler. Bu durum devam eden yüzyıllarınkinden epeyce farklıdır. İslamlaşmanın, özellikle, Osmanlı devletinin merkezi otoritesinin bozulmasıyla birlikte çöküşe geçtiği, XVII.-XVIII. Yüzyıllarda meydana geldiği de hatırdan dur edilmemelidir. Evet, yerli halk gibi yerli hanedanlar da aslında sadece Osmanlı egemenliğini tanımaktan ve hizmetine girmekten çok başka bir şey de yapmıyorlardı. Bunun yanında, henüz Osmanlı boyunduruğunu kabul etmemiş olan hanedanların kendi aralarındaki çatışmalar ve anlaşmazlıklarda Osmanlılar taraf oluyor ve Bizans Paleologları dahi Sultan’ın buyruğuna saygı gösteriyordu.
Osmanlı Muvaffakiyetlerinin Nedenleri ve Balkanlar’ın Sosyo-Ekonomik Durumu
Osmanoğulları, gayri-müslimlere karşı zımmi hukukunu en geniş manası ile uygulamaktaydı. Yani, bu gayri-müslim halkları cizye ödemesi dışında Müslüman tebadan ayırt etmiyor ve bu halkların mallarını, canlarını korumayı Allah’ın bir emri ve devlet olmanın sorumluğu olarak görüyorlardı. İşte bu politika, Osmanlıların Balkanlar’da hızla yayılmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri olmuştur. Bu siyasete Osmanlı kaynaklarında İstimalet, Kuran’da geçen ismi ile de te’liful-kulub denmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, tebaasını hiçbir surette din ve ırk farkı gözeterek ayırmıyor ve her daim adaletle hükmetmeyi sağlamaya çalışıyordu. Balkan halklarında bir anlaşmazlık mı oldu, işte o an Sultan bu insanlar için güvenilebilecek, adaletine inanılan bir lider olarak ortaya çıkıyordu. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı Devleti siyasi bir şemsiye vazifesi görüyordu. Ve bu 19. asır milliyetçilik cereyanların başlaması anına kadar ki geçen uzun bir süre de devam ederek, yıkılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkeziyetçiliğinin kuvvetli bir şekilde yeniden canlanmasına yardımcı oldu. Osmanlı siyasetinin diğer bir yönü, Bizans’ta da uygulandığı gibi, devletin küçük aile çiftliğini ve köylü emeğini iradi olarak, ara vermeksizin korumasıdır. Aslında küçük köylü aile çiftliği, Osmanlı çiftehanesinden başka bir şey değildir. 60-150 dönüm arasında değişen bu raiyyet çiftliği, bir çift öküze sahip bir “köylü ailesi” toprak işletmesidir. Devletin vergi kaynaklarının ve de -en önemlisi- siyasi rejiminin korunması bu tür toprakların korunmasına bağlıydı. Osmanoğulları, “reaya ve üzerlerindeki toprak Sultanındır” anlayışını uygulayarak, köylü emeğini bizzat devlet kontrolü altına alarak, feodal beyleri ya tamamen bertaraf etmişler ya da timar altına sokarak bir başka egemenlik şeklini tesis etmişlerdir. Buna rağmen, yerli hanedanlardan Osmanlılara karşı koyan ve hatta Haçlı yardımı ile onları zor durumda bırakanlar olmuştur. Ancak daha sonraki yüzyıllarda, Bosna Kralı’nın Papa’ya yazdığı gibi bu hanedan ve feodal beyleri, vücuda getirilen Haçlı ittifakını yalnız bırakıp genellikle topraklarını istimâletle idare eden Sultan’dan yana olmuşlardır. Aslında, Osmanlı’nın bu hızla yayılışını ve bir yüzyıl içinde Tuna’dan Fırat’a kadar merkeziyetçi bir imparatorluk kuruşunu anlamak için başka bir açıklamaya da ihtiyaç olamasa gerektir. Vurgu yapılması gerekli bir diğer nokta, Osmanlıların bu coğrafyada yalnızca köylü kitleleri için değil, kilise ve yerli askeri sınıflar ve de büyük arazi sahipleri, feodaller için de uzlaşıcı bir istimâlet politikası uygulamalarıdır. Gerçekte, Osmanlılar kendisine tehdit olabilecek hanedanları ortadan kaldırmıştır. Yalnızca kendine itaat eden ve devletin cari kanunlarına riayet edenleri bertaraf etmemişler, Osmanlıllılaştırmışlardır. Diğer yandan, kendinden önce geçerli olan kanunları, örf ve adetleri kaldırarak, halkın ani bir sarsıntı geçirmesine fırsat vermemiş, bunları Osmanlı kanunları içine alarak cari hale getirmişlerdir. Bütün bunların yanında, Osmanlılar Balkanların fiziki yapısının da gelişmesine azami katkı sağladılar. Balkanlarda bugünkü yol ve şehir ağı, ana hatları ile bu dönemde ortaya çıkmıştır. Mesela, bugünkü başlıca Balkan şehirleri ve devlet merkezleri, Sofya, Filibe, Belgrad, Sarayova, Üsküp, Köstence birer küçük kasaba ve köy iken, bu dönemde büyük şehirler haline gelmişlerdir. Aynı şekilde, Osmanlı öncesi şehir telakki edilen Selanik, Niğbolu, Edirne ve Silistre de büyük gelişme göstermiştir (N. Todorov,” The Balkan City,1400-1900”, 1983). Yeniden büyüyen gelişen şehirlerin Osmanlı fütûhatlarında uc bölgerinde, uc merkezleri olarak kurulduğunu da unutmamak gerekir. Yani, büyüyen ve gelişen bu şehirler, başlangıç itibariyle askeri-idari merkezlerdi. Fakat zamanla geleneksel Osmanlı el sanatları ve özellikle dokumacılık, boyacılık ve dericilik alanlarında faaliyet gösteren esnafın yerleşmesi ile beraber önemli ticari ve sınai merkezler haline gelmişlerdir. Osmanlıların ticari bakımdan öneminin kanıtı, Balkanlarda, hatta Osmanlıların yoğun ticari ilişkiler içine girdikleri Erdel gibi yabancı memleketlerde, Osmanlı gümüş akçesinin egemen para durumuna gelmesidir. İlk fetihlerden bir iki yüzyıl sonraki Osmanlı tahrir defterleri, tüm Balkan şehirlerindeki el sanatlarının, Bursa’dakileri ile aynı çeşitlilik ve de örgütleneme biçimini gösterdiğini belgeler. Diğer bir deyişle, bu şehirler, 19.yy’daki temelli değişikliğe kadar, karakteristik olarak Osmanlı şehir yapısını temsil ediyorlardı. Diğer yandan, Osmanoğulları zamanında, ilk fütûhatlardan sonra, 15.yy.’dan itibaren, Balkanlar içi ve de dışı ticaret, önceki dönemler ile çok kıyas edilemeyecek derecede gelişme içerisine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinden evvel, özellikle İtalyanlar, bu topraklardan deri, buğday, yün, bal, peynir, zeytinyağı ve şarap gibi muhtelif hammaddeler ve yiyecek ürünleri ve de esir satın alırlardı. 13. Asırdan itibaren Balkanlar’da, Sırp ve Bosna gümüşü kayda değer bir zenginlik alameti olmasının yanında, Osmanlılar bu topraklara vardıklarında, sadece isimden ibaret kalan Bizans Devleti’nin paralarının yerine İtalyan altın ve gümüşlerinin egemen olduğunu görebilmişlerdir. Bazı Balkan tarihçileri Osmanlıların Balkan ticaretini dumura uğrattıklarını ve Balkanları o günkü ticaret hayatına adapte etmek için başarılı nerdeyse hiçbir iş yapmadıklarını iddia etmişlerdir. Fakat bu iddia çok doğru değildir. Çünkü daha evvelce bahsedildiği gibi, küçük kasabalar şehir olmuş, hâlihazırda şehir denebilecek bölgeler çok daha büyümüş ve bunların kendi içlerinde ve birbirleriyle aralarındaki ticaret bağı genişlemiştir. Daha da önemlisi, merkeziyetçi bir imparatorluğun tesis edilmesiyle beraber, kişilerin tekelindeki keyfi gümrük vergileri kaldırılmış, düşük gümrük vergisi uygulanmış ve yolların güvenliği de sağlanarak ticari hayatın gelişmesini engelleyecek neredeyse bütün unsuralar bertaraf edilmiştir.
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.