En güçlü, en parlak dönemi olarak addedilen 16.yy’da, yani “klasik dönem”de, Osmanlı Devlet’i, yalnızca Avrupa’nın değil belki tüm Eski Dünya’nın en önemli, en merkezi ve coğrafi olarak da en stratejik alanlara sahip imparatorluklarından biri haline gelmişti. Kapladığı coğrafi/siyasi alanlara kısaca değinmek gerekirse, kuzeyde Kırım Hanlığı, Batıda Sırbistan ve Macaristan, güneyde ise Kuzey Afrika kıyı şeridi ile Mısır ve Nil’i de kapsayan alan ve dahi doğuda Arap Yarımadası İmparatorluğun hâkimiyet sahası içine girmekteydi. Böylelikle bu devlet, artık kuzeyde Rusya ile batıda Habsburglularla ve de doğuda Safevilerle komşu duruma gelmişlerdi. Sonuç olarak, bu denli geniş sınırlara malik bir imparatorluk, sahip olduğu bu gücünü hangi maddi olanaklardan temin etmekteydi? Ekonomisi nasıldı? Toprakta egemen olan düzen neydi? Tarım dışındaki faaliyetleri neleri kapsıyordu? İç-dış ticaret faaliyetleri nasıl işliyordu? Pazar ekonomisi nasıldı? Bu gibi sorular aslında yukarıda sorduğumuz sorunun -bir bütün olarak- cevaplarını teşkil etmektedir. Ancak bu yazıda bunlardan yalnız birisi olan Pazar ekonomisi üzerinde duracağız.
Bütün Sanayi Devrimi öncesi toplumlarda görüldüğü gibi, Klasik Dönem Osmanlı toplumunda da ekonominin temelini tarımsal faaliyetler oluşturmaktaydı. Nüfusun yaklaşık olarak yüzde 90’ı kırsal alanlarda yaşamaktaydı. Bu alanlarda yaşayan nüfusun çok büyük bir bölümü de mülkiyeti devlete ait topraklarda ve de aile işletmeleri çerçevesinde tarımla geçimlerini sağlamaktaydı. Gelir ve işledikleri toprak büyüklüğü açısından bunlar arasında çok büyük farklar görülmemekteydi. Bu kırsal alanlarda yaşayan insanların azımsanmayacak bir bölümü de aşiretler halinde konar-göçer olarak yaşıyor ve tarımdan ziyade hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Hem yerleşik olarak tarımla uğraşan hem de göçebe olarak yaşamlarını idame ettiren nüfus, basit üretim araçları ve tükettikleri giyim eşyaları gibi tarım dışı malların önemli bir kısmını ise kendileri imal etmekteydi. Bunların yanında, toplumun yüzde 10 kadarı da kentlerde yaşamakta ve esnaf loncalarına bağlı olarak zanaatlarda ve diğer tarım dışı faaliyetlerle uğraşmaktaydılar. Doğrudan üretimle iştigal eden bu kesimlerin yanısıra, irili ufaklı tüccar ve tefeciler de kentlerdeki iktisadi faaliyetler ile uğraşan diğer bir nüfustu. Bu genel olarak resmedilen tablo, Osmanlı ekonomisinde üretimi gerçekleştiren ve bu üretimlerin, İmparatorluk sınırları dâhilinde veya haricinde ulaşılır olabilmesini sağlayanların tümünü içermektedir (Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s.33).
Ticaret ve Vergiler
Ticaretin hem topluma hem de devlete bakan yönleri vardır. Bunlardan devlete bakan yönünün ise birkaç boyutu bulunmaktadır. İlki, ticaretin belki de esas gayesi ihtiyaçların teminidir -ki bu da iaşecilikle alakalıdır. Diğeri, ihtiyaçların temininden sonra doğan artı ürünlerin temin edilip ihtiyaç sahibi diğer kimselere ulaştırılmasına kadarki sürede kârsağlanması dolayısıyla oluşan vergi boyutudur. Nihayet, farklı toplumlar ve bölgeler arasında oluşan ticari faaliyetin muhakkak surette bir de siyasi veçhesi vardır ki devletler de bu anlamda ticaretle alakadar olurlar.
Osmanlı Devleti’nin en önemli ekonomi politikalarından biri iaşeciliktir. Toplumu, üretimden pazara kadar, tımar, çift-hane, ihtisap, narh ve loncalar vasıtasıyla örgütleyen Osmanlı Devleti’nin; ortaya çıkan mamul-yarı mamul bütün üretim akışını kontrol altında tutmakta ve bütün bu çarkın aksamaması için gerekli tedbirlerin aldığı da bilinmektedir:
“Mısır Beylerbeyine ve Menzile kadısına; Menzile ’de yetişen pirinci, İstanbul zahiresini almak için gelen gemilere vermeyip kendi gemisine yükleyerek başka yere gönderdiği duyulan Menzile Emini Hüseyin’ e engel olunarak pirincin İstanbul’dan gelen gemilere yükletilmesi. 28 Ağustos 1565” (Hasan Fatih Yılmaz, Piyasa’nın Karşıtı Pazar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2012, s.114).
Günümüze kıyasla oldukça geleneksel olan dünyada hüküm sürmüş olan bu devlet için ihtiyaçların karşılanması çok önemli bir işti. Çünkü 16.yy boyunca nüfusu on bir ile on beş milyon arasında değişen Osmanlılar, özellikle büyük şehirlerin iaşesini karşılamak amacıyla ticarete büyük bir önem vermiştir. Hususan, İstanbul’un nüfusu yaklaşık 500 bin civarındaydı ve nerdeyse Rumeli’nin ve Ege Kıyılarının bütün üretimi, işte bu koca şehrin ihtiyaçları için kullanılmaktaydı. En basit ihtiyaç olan ekmek temini bile bazen çok önemli hale gelebiliyordu:
“Kent halkına her gün, üstelik makul fiyatlarla ekmek temini, hükümet için o kadar hayati bir mesele haline gelmişti ki, veziriazamın en önemli görevlerinden biri, her hafta bizzat çarşı teftişine çıkıp tahıl stoklarını, fırınları ve ekmek fiyatları ile kalitesini denetlemekti” (Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (1300-1600), YKY 2009, S.156).
Ticaret sadece bireyi değil toplumun tamamını da ilgilendiren faaliyet alanı olduğundan, devletler için de birtakım vazifeler ifa eder. Aynen üretimde bulunan bir mükellef gibi tüccar da kendi gayret, emek ve de imkânlarını bir araya getirmesi vasıtasıyla bir yerden başka bir yere taşımakta olduğu mallar karşılığında belli bir miktar kâr elde eder. Dolayısıyla da bu muhataplar devletlerine vergi vermeye namzet olurlar. Hem ülke içerisinde tarımsal üretimden, zanaat faaliyetlerinden veya madenlerden hâsıl olan hammaddeler veya yarı-mamul malların tüketilmek veya işlenmek üzere başka bir yere nakli için; hem de Osmanlı sınırları içerisindeki topraklardan geçmek üzere yabancı memleketlerden gelen mallar olsun, bütün mallar/emtialar gümrük vergilerine tabii idi. Sonuç olarak, içeriğine göre muhtelif nizam, harç, rüsum ve vergiye tabii olsalar da değişmeyen tek şey: sözü edilen bu tür vergilerin ödenmeden, hiçbir şekilde ve hiçbir yere hareket edemeyecek olmasıydı. Bu ticari kontrolünü de devlet, gümrükler vasıtasıyla, birçok yere iskeleler, sınırlar ve diğer iç bölgeler/gümrükler kurmuştu.
Kara gümrükleri sınır ve sahilde yer alan gümrüklerden farklı olarak, ülkenin iç bölgelerinde yer almaktaydı. Ve bunlar iç ticarete ait gümrüklerdi:
İşte bu tip gümrüklerdi (Hasan Fatih Yılmaz, Piyasa’nın Karşıtı Pazar,Ötüken Yayınları, İstanbul 2012, s.119).
Sahil ve Sınır gümrükleri dış ticarete yönelik gümrüklerdi. Gerçi sahil gümrükleri iç ticarette de kullanılmaktaydı. Bu gümrükler sadece ithalat ve ihracata ait mallara uygulanmaktaydı. Çünkü diğer vergiler dâhili gümrüklerde ödenmekteydi.
Çarşı ve Pazar Ekonomisi
“Çarşı” kelimesi, Farsçadaki dört taraf manasına gelen “çarsu”dan bozularak kullanılagelmiştir. Bunlar için “bedesten” kelimesi de kullanılmıştır. Kamus-ı Türki’de bunlar; “kıymetli akmişe ve esliha ve mücevherat ve saire alış-verine mahsus örtülü ve mahfuz çarşı” olarak ifade edilmiştir. “Pazar” ise yine Farsça “bazar”dan bozmadır. Ve Pazar için Şemsettin Sami; “alışveriş, ahz u i’ta, dad u sitad” manalarını vererek buranın üstü açık yerler olduğu notunu da düşmektedir. “Arasta” lar ise, büyük çarşının, daha doğru bir ifadeyle ana çarşının küçük bölümü olarak da tanımlanabilir. Hatta yine aynı çarşının belirli iş kollarını oluşturan kısımlarıdır da denebilir (Ö. Lütfi Barkan, “XV.-XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları-Kanunlar, İÜ Yay., İstanbul., C.1, s. 3). “Kapan” ise, giyecek ve yiyecek mallarının toptan olarak satıldığı yerlerdir. Erzak, hububat, bal, un, yağ vb. şeyler kapan, mizan, mengene ve çardak gibi yerlere getirilir ve oralarda görevli olan emin ve naibler tarafından devletin bu ürünlerden alınmasını istediği vergiler alınır ve “narh-ı ruzi” de satılırdı (Hasan Fatih Yılmaz, Piyasa’nın Karşıtı Pazar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2012, s.130).
Osmanlı İmparatorluğu’nda pazarlar/çarşılar bir şehrin, camiden sonra, en temel unsurunu oluşturmaktadır. Nitekim resmî belgelerde şehirler; “Cum’a namazı kılınur, bazar durur yer” olarak tanımlanmıştır. Çoğu zaman eğer böyle bir yer yoksa hızlı bir şekilde binalar yapılarak ve çarşılar vücuda getirilmiştir. Aslında, çarşının caminin hemen yanı başında temeyyüz etmesinin altında yatan sebep, belki de İslam’ın birtakım iktisadi faaliyetler üzerinde kontrol mekanizması oluşturmak istemesi olabilir. Çünkü Hazret-i Peygamber, Medine’ye vardıklarında Müslümanları Yahudilerin kendi adetlerince ticaret yaptıkları yerlerden menetmişti. Fakat sonuçta Müslümanların da hayatlarını idame ettirme adına Pazara ihtiyaçları olduğundan, İslam devletini teşkil ettikten sonra Müslümanların örfüne göre işleyen “Medine Pazarı’nı vücuda getirmiştir. Bu süreçte İslam kaidelerinin inen ayetler ile henüz oluşumunu tamamlamadıkları göz önünde bulundurulursa, Müslümanların İslami kaideleri çabuk sindirme ve teoriden uygulamaya geçip, ekonomik faaliyetleri İslam akidelerine göre kontrol altına alma isteği söz konusu olmuş olabilir.
Osmanlı’da bu Pazar yerleri, şehirlerdeki mahalleler arasında ve haftanın belirli günü, üç beş muhtelif esnafın geçici sergi kurdukları yerlerdir. Genellikle Cuma günleri kurulmaktadır. Bunun nedeni camiisi olmayan yerlerdeki insanların Cuma namazına geldiklerinde alışveriş yapma istekleridir.
Şehirlerin ve bilhassa İstanbul’un iaşesi ticaret ve loncaların kontrolü altında çalışan zanaatkârlar tarafından sağlanırdı. Bidayetinden itibaren özellikle toplum hayatının çok önemli bir parçası olan loncalar devletin kontrolü olmakla beraber kendi düzenleri olan ve kendilerini idare eden yapı konumundaydılar. Loncalar aslında bizzat devletin ticareti kontrol etme mekanizması olarak işlev görüyordu. Bunula beraber, direkt olarak devlet kurumu olmayan loncaların da varlığını devam ettirip görevlerini ifa edebilmesi ait oldukları işkollarına hâkim bir noktada bulunabilmelerine bağlıydı. Bu nedenle her işkoluna ait bir çarşı; ana çarşının bir bölümünde veya şehrin bir yerinde teşekkül etmiştir. Bu sayede loncalar; hammadde akışını, fiyatları, aynı iş kolundaki dükkân sayısını ve bunların yetişmelerini takip ve de kontrol edebilir durumdaydılar. Çarşı, Pazar gibi yerler, diğer yerlere göre devlet kontrolünün çok daha fazla söz konusu olduğu yerlerdir. Vergi ve bu vergilerin tahsilatı, ürün kalitesi ve kontrolü, çalışma şartları ve ilgili ücretler işte bu gibi yerlerin kolaylık sağladığı vazifelerdendi. Çarşılar daha çok tüketicilerin ihtiyaçlarını giderdikleri ticaret yerleridir. Buna karşılık, han, mengene ve kapan gibi yerlerden ise hammaddelerin ve diğer mamül ürünlerin toptan olarak temin edilir. Muhtevası, cinsi her ne olursa olsun emtia, ilk önce o malın dağıtımının yapıldığı hana veya kapana getirilir ve buradaki perakendeci tüccara satılırdı (Şükrü Nişancı, 15-16.Yüzyıllarda Osmanlı İktisat Zihniyeti, Okumuş Adam Yay. 2002.s.92). Kapan adı verilen bu yerlerde, hammadde veya tüketime hazır olan ürünlerin fiyatı belirlenir ve bu fiyat da çarşılarda tüketiciye, perakendeci esnaf vasıtasıyla yansıtılırdı. Tüccarlar tarafından çarşılara giren her türlü emtia, locaların ve muhtesibin vasıtasıyla dini, ahlaki ve iktisadi gibi birçok alanda kontrole tabi tutulurdu. Muhteva olarak yeterli görülmeyen, eksik, bozuk veya tam manasıyla beklenen özellikleri karşılamayan ürünler satıştan menedilirdi. Aynı şekilde yüksek bulunan fiyatlar indirilerek gerekli olan tüm düzenlemeler yapılıp alıcı veya satıcıların ilgili mağduriyetleri giderilmeye çalışılırdı. Ek olarak bu çarşılar dâhili gümrük vergilerinin de uygulandığı yerlerdi. Ayrıca, verginin tespiti de buralarda yapılırdı.
İhtisab Müessesesi
Osmanlı Devleti’nde bu müessesenin ilk ne zaman kurulduğu tam olarak tespit edilememekle beraber Osman Gazi zamanına denk gelen “Bac-ı Bazar” rivayeti belki bize bir ipucu verebilir. Özellikle Fatih dönemine ait ilk İstanbul İhtisab Kanunnamesinde, Allah’ın yarattığı her şeyin hukukunun görülüp gözetilmesinde muhtesibin sorumlu olduğuna dair kayıttan, bu görevi ifa edenlerin toplum hayatı için ne denli önem ittihaz ettiği de anlaşılır (Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Yerel Yönetim İhtisab Müessesesi, Bilge Yay. İstanbul, 2006, s.135). Şer’i Hukuka göre; suç teşkil eden durumlarda doğrudan kadı sorumlu olmakla beraber, suç olmayan fakat kötü olan, kabahat durumunda bulunan dini ve ahlaki durumlar işte bu muhtesiblerin sorumluluklarındandır. Muhtelif birçok vazifesi olan muhtesiblerin özellikle iktisadi alana dair vazifeleri şunlardır:
İhtisab Müessesesi, bazı muhtesiblerin ilerleyen zaman içerisinde yolsuzluk yapmaları, nizam ve intizamsız hareket etmeleri sonucunda yıpranmış ve de önemini kaybetmeye başlamıştır. Mesela; 1999 tarihli Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından basılan “Peçevi Tarihi”nin 132. Sayfasında buna bir örnek vardır:
“Kara Kadı diye Tanınan Halep Kadı ve Muhtesibinin öldürülmesi: 5 Şaban 934 (25 Nisan 1528). Birkaç yıldan beri Halep’te maliyye müfettişi iken ettiği yolsuzluk ve işlediği suçlar sonsuzdu. Hakkında defalarca yakınmalar gelmiş, fakat her defasında koruyucuları, kendi çıkarları dolayısıyla, bütün şikayetleri örtbas etmişlerdir. En sonunda bir cuma günü Halep’in Ulu Camii’nde halkın saldırısına uğradı. Dokuz adamı ile birlikte halk pabuçlarıyla vura vura onu öldürdü…” (Haz. Bekir Sıtkı Baykal, 3. Baskı).
Narh
Bir malın piyasa fiyatı çoğunlukla, rekabetin uygun olduğu ortamlarda ve arz-talep sonucunda oluşur. Ve üretimin maliyeti de arzı kuşkusuz etkiler. Fakat savaşlar, kıtlık, ekonomik buhranlar arz-talep dengesini bozar. Böyle durumda ise, karaborsacılık- çoğunlukla- baş gösterir. Bozulan düzenin yeniden sağlanmasını uman tüketiciler de devletten bu rekabetsiz ortama müdahil olmasını isterler. Devlet de bunun sonucunda maliyetin üstüne belli bir kar bırakarak fiyatları tespit ederse, işte devletin belirlediği bu otoriter fiyatlara “narh” denir.
Çoğu zaman fiyatların tahdit edilmesi manasını taşıyan narh, bazı zamanlar farklı amaçlarda kullanılabilmekteydi. Kimi zaman rekabeti önleyebilmek maksadıyla fiyatların alt sınırı, kimi zaman da alıcının menfaatine bağlı olarak özellikle kıtlık, yokluk zamanlarında üst sınırı belirlenebilirdi. Fakat bu sistemin işleyişi diğer başka şartların da denetlenmesi ve kontrol atına alınabilmesi ile mümkün olmuştur. Yani, malların üreticileri arasında müşterek, bir fiyat standardı oluşturulmak için ilkin hammadde fiyatları, usta, çırak ve kalfa gibi çalışanların aldığı ücretler, ürünlerin kalitesi ve üretimin de nasıl olacağının usulü belirlenir. Ve de bu denetim ve belirlemelerden sonra birkaç farklı kimseye yaptırılan numune ürün üzerinden bu malların, ürünlerin fiyatlarının ne olması gerektiği tespit edilirdi.
Narhın tespit ve tayini kadı eliyle devlet tarafından bizatihi yapıldığı gibi, üretici veya esnafın talebi ile de ( yanlarında beldenin ileri gelenleri ve lonca yetkilileri de olmak üzere) yapılırdı. Dolayısıyla bu özelliğinden dolayı narh ile, devletin fiyatlara doğrudan müdahalesinin yanında, üreten veya satan ve tüketen arasındaki anlaşmanın da sağlandığı hatırdan dur edilmemelidir.
Pazarda herhangi bir nedenden dolayı ortaya çıkabilecek her türlü spekülatif hareketlere narh engel olarak ihtiyaç sahibi tüketici ile üreten arasında sosyal bir güvence mekanizması görevini de ifa etmiştir. Şehirlerin ihtiyaçları sadece ve sadece kırsal kesimdeki üretimden karşılanmıyordu. Aynı zamanda, uzak memleketlerden gelen tüccarlar vasıtasıyla da karşılanmaktaydı. Bütün bunlar ise ciddi bir devlet kontrol mekanizmasını gerektiriyordu. İşte devlet tam da böyle bir mekanizmayı işleterek, han veya kapanlara gelen toptan malların miktarlarındaki değişmeleri de dikkate alarak, bunların fiyatlarını ve kalitelerini ve de tüm bunlara bağlı olarak değişebilen diğer tüm ücretleri de narh üzerinden sağlam bir surette kontrol edebiliyordu.
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.