Soğuk Savaş zamanının ikinci büyük süper gücü ve Doğu Bloğunun hamisi olan SSCB’nin mirasçısı bir Rusya var karşımızda. En azından kronolojik olarak böyle. Ancak Rus lider Putin’in beyanatlarından ve yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü politikadan bilebildiğimiz kadarıyla o kendisine esasen Rus İmparatorluğu’nu örnek alan, zaman zaman SSCB dönemi politikalarını eleştiren, yayılmacı bir siyaset güden ve merkeziyetçi politikalar izleyen otokrat bir devlet başkanı.
İşin doğrusu, imparatorluk bakiyesi ülkelerin politikalarında bir tür dualistik karakter vardır. Bu ülkelerin liderlerinde ülke sınırlarını aşan, “geçmişte oldu, şimdi niye olmasın”cı arzu ve istekler resmî siyasaların gerisinde neşv ü nemâ zamanını bekler çoğu zaman. Eğer hayal düzleminden reel politiğe uzanan yollar arasındaki engeller eyleme geçmek için tam manasıyla fren mekanizması göremezse şayet; işte o zaman “geçmiş” özlemleri eylemlerle desteklenir. Putin’in yapmaya çalıştığı tam da bu kanaatime göre. O, adem-i merkeziyetçi bir yapı olan SSCB’nin son devlet başkanı Gorbaçov’un “koca” ülkeyi dağıtmasını Ruslara yapılmış bir ihanet olarak görmüş ve bir tür “tarihi döndürme” hayalleri kurmuştur. Ama SSCB zamanına dönme değildir bu bahsedilen, Rus Çarlığı zamanına dönmedir.
Sonuç olarak her ne niyetle olursa olsun Rusya şu aşamada, BM Şartı’na, uluslararası hukuka ve liberal dünyanın değerlerine aykırı olarak Ukrayna’ya bir işgal girişimi başlatmıştır. Bu “fakat”sız, “ama”sız kabul edilmesi gereken bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. En nihayetinde bu pervasızlığın bir sonucunun olacağı da zaten herkesin malumudur. Ben özellikle bu savaşın kaybedeninin en başta Rusya ve görece daha az Kıta Avrupası’nın önde gelen iki ülkesi Fransa ve Almanya olacağını, Ukrayna’nın ise bazılarının iddia ettiği gibi bir kaybeden olmayacağını; aksine bu işgalin Ukrayna’nın Batı Bloğuna eklemlenebilmesi adına hızlandırıcı bir süreç olacağını düşünüyorum.
Rusya’nın Ukrayna’daki iki bölgenin (Donetsk ve Luhansk) bağımsızlığını tanıması ve Kırım’ın daha önceki işgalini küresel siyasette döndürülebilir süreçler olarak görmek pekâlâ mümkün. Rusya’nın Yalta Konferansı gibi küresel sistemin yeniden dizayn edileceği bir süreci istediği epeydir dile getirilen hususlardandı. Bu sürecin önlenemeyeceğini gören ABD ve İngiltere ilk önce Fransa’yı bir oldu bittiyle Okyanusya’dan atarak ve Avustralya’yı da yanına alarak tam bir Anglo-Sakson iş birliği olarak görebileceğimiz AUKUS’u geçtiğimiz yıl kurmuştu. Bu Anglo-Sakson kanat, ikinci olarak ise Putin’i sonucunda şartlarını kendilerinin belirleyebileceği bir küresel dizayn getirecek anlaşmaya zorlamak için savaşa adeta kışkırttı. Putin’in başlangıçta aksiyona geçmek için çok fazla niyetinin olmadığı söylenebilir. Zira bu işgali istemediğinden değil, Rusya’nın sosyo-ekonomik şartlarının elverişli olmamasından kaynaklanıyordu. Ama ABD Başkanı Biden başta olmak üzere küresel aktörler hemen hemen her gün Putin’in olası bir işgalinin çok fazla gerçeklik taşıdığından bahsettiler. Burada da kanaatime göre iki amaç vardı. Birincisi eğer Putin, tabiri caizse blöf yapıyor idiyse onun uluslararası kamuoyundaki imajını zedelemiş olacaklardı. Yok gerçekten böyle bir niyeti vardıysa da “şartlar daha olgunlaşmadan” ve Putin’i bu işgal hamlesi için uluslararası meşruiyet sağlayabileceği politikalar üretemeden harekete geçmeye zorlamış olacaklardı. Unutmamak gerekir ki bir savaşın tarih ve zamanına kim karar veriyorsa kazanan çoğunlukla odur. Tarih bunun pek çok örnekleri ile doludur.
Yakın bir tarihte “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” iddia edilirken şimdi NATO’nun konsolidasyonunun sağlanacağından ve kuruluş amacının (Rus tehdidinin) güncelliğinden bahsedilir olmuştur. Kısacası NATO’nun büyük askerî güçleri olan ve dünya siyasetinde çok önemli bir yer işgal eden Anglo-Sakson dünya yükseliyor, doğru. Çin yükseliyor ve bu hengâmede pozitif bir pozisyon alıp, küresel politikada öne çıkabilir o da doğru. Ama bir şeyi ayırt etmek gerekiyor. Ekonomik güç olmak her zaman küresel politikaya yön verecek “küresel politik aktör” olmak anlamına gelmiyor. Bazı görüşlere göre Çin’in bu türden bir aktör olduğunun ya da olacağının üzerinde fazlaca duruluyor.
Hatırlanacağı üzere, Çin yakın bir zamana kadar tüm uluslararası arenalarda Batı alternatifi küresel siyasi bir güç olmayacağı ile ilgili söylemlerde bulunmuş olmasına karşılık; ancak yeni yeni siyaset arenasında belirleyici güç olma isteğini belli eder olmuştur. Bu bugünden yarına olacak bir iş değildir ve Çin’in bugünkü manada ekonomik güç olarak yükselmesinin ise yine Batının ekonomik normlarını benimsemesiyle mümkün olduğunu da hatırda tutmak gerekir. Yani Batıya bir alternatif mi yoksa onun bir parçası mıdır Çin? Bu da ayrı bir başlık olarak incelenebilir kuşkusuz. Batı eski Batı değil, yekpare değil, doğru. Ama Çin’in alternatif bir çekim alanı olmasının önünde henüz çok fazla engel var. Dediğim gibi ekonomik güç ile politik güç aynı değildir. İngiltere’nin GSYH’sı Hindistan’dan düşük; Brezilya’nınkiyle ise hemen hemen aynıdır. Ama küresel politikanın belirlenmesinde İngiltere mi önemli aktördür bu ülkeler mi?
(Bu yazı 4 Mart 2022 tarihinde hurfikirler.com'da yayınlanmıştır)
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.