Tarih boyunca siyasi ve ticari önemi devam eden Kıbrıs Akdeniz’in doğusunda yer alan bir nevi doğal bir uçak gemisi hüviyetinde olan stratejik konuma sahip bir adadır. Özellikle coğrafi konumu açısından, Anadolu, Suriye, Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yolları arasında kalan ada belki de daha çok bu özelliğinden dolayı tarih bilimi açısından Ege,Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve Mısır tarihleri ile beraber düşünülebilecek bir geçmişe sahiptir.Akdeniz’in hakimiyeti için çok stratejik bir konuma sahip olan bu ada tarih boyunca çeşitli uygarlıklara da ev sahipliği yapmıştır. Mısırlılar, Hititler, Akalar, Finikeliler, Asurlular, Persler, Romalılar, Araplar, Fransızlar, Cenevizliler, Venedikliler, Osmanlılar, İngilizler Kıbrıs’ta bir dönem yaşamışlardır.
Kıbrıstaki Türk egemenliği Venediklilere karşı girişilen savaşta II.Selim zamanında Adada kesin hakimiyetin sağlandığı 1 Ağustos 1571 yılında başlamıştır. Üç asırdan fazla süren Türk hakimiyetinden sonra, 4 Haziran 1878 yılında İngiltere ile yapılan “İttifak Antlaşması” ile Adada İngilizlerin hakimiyeti başlamıştır. Bu dönem 1914 yılına kadar süren, adanın egemenlik hakkının Osmanlı Devleti’nde kaldığı ancak yönetiminin İngilizler tarafından sağlandığı bir dönemdir. Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla adada egemenliğini iddia eden İngiltere’nin bu de facto kararını Türkiye Lozan Antlaşmasıyla hukuken tanımıştır. 1960’a kadar süren bu dönem ise Kıbrıs’ta Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber farklı bir boyut kazanmıştır. İşte özellikle bu dönemden itibaren “Kıbrıs Sorunu” siyasi bir sorun olarak Türk Dış Politikasında güncelliğini koruyarak günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzde özellikle AB üyeliği sürecinde Türkiye’nin önemli gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır.
Türk tarihinin sonuçları bakımından en önemli harekatlarından biri olan ve 20 Temmuz 1974 yılında ilki gerçekleştirilen “Kıbrıs Barış Harekatı” en temelinde Kıbrıs’taki Türk varlığını teminat altına alan ve Kıbrıs Türk halkının bir nevi güvenliğinin teminatı olan bir harekattır. Pek çok devlet tarihin farkı devirlerinde pek çok kez Kıbrıs’ı işgal etmiştir. Ancak Türkiye’nin giriştiği bu harekat kesinlikle böyle bir amaç taşımamaktadır. Bunu Türk tarafının uzun bir süre diplomasi kanallarını sonuna kadar kullanmalarındaki iradede görmekteyiz. Esasen Türkiye’nin böyle bir harekat girişiminde bulunmasının en önemli sebebi kuşkusuz, Kıbrıs’ta Başpiskopos ve Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Sampson’un önderliğinde Yunanlı Subaylar tarafından yapılan darbedir. Bu darbenin amacı Kıbrıs’ın Rumların önderliğinde bağımsızlığını sağlayıp, Yunanistanla birleştirecek “Enosis”i gerçekleştirmekti. Zira Makarios uzun bir zamandır Enosis idealinden vazgeçmiş bir görüntü sergilemekteydi Sampson ve yandaşları için. Aslında Zürih (11 Şubat 1959) ve Londra Antlaşması (19 Şubat 1959) ile bir Kıbrıs Cumhuriyeti daha 1960’da tesis edilmişti. Burada Kıbrıslı Türklerde devlet yönetiminde ve memurluklarında belli oranlarda temsiliyet sağlayabileceklerdi. Ancak Rumlar bu bağımsızlıkla yetinmediler ve AKTİRAS planı denilen, bir nevi Türkleri imha planı devreye girdi. Bunun sonucunda da Kıbrıs’ta sistematik bir şekilde soykırımlar baş gösterdi. Bu sistematik katliamlarla 1974 yılına erişilmişti. Yukarıda ifade edildiği üzere Sampson’un askeri darbesi ile “Kıbrıs Elen Cumhuriyeti” tesis edilmiş ve böylelikle de facto olarak Enosis gerçekleştirilmiştir. Buna rağmen darbenin olacağı haberleri karşısında kıbrıs’tan firar eden mevcut Cumhurbaşkanı Makarios BM Güvenlik Konseyi’nde 19 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirdiği konuşmada 1960 yılında tesis edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının, bütünlüğünün sarih bir biçimde çiğnendiğini ifade etmiştir. Tüm bu söylemlere karşılık Yunanistan bu olagelen çatışma ve olayların Kıbrıstaki Rumların kendi iç meseleleri olduğunu savunmuştur. Buradan bir netice çıkmamış, Türkiye Başbakanı önce İngiltere ile diplomatik kanallar vasıtasıyla muhavere etmiş ve Rumların eylemlerinin Garanti Anlaşmasının sınırlarını aştığını ifade etmiştir. Zira söz konusu bu Antlaşmanın 4. maddesine göre; “Türkiye-İngiltere-Yunanistan’dan oluşan üç garantör devlet ilkin garanti antlaşması kapsamında yer alan hükümleri uygulamak amacıyla yapılacak girişim ve alınacak önleyici tedbirlere ile alakalı birbirleriyle görüşmek mecburiyetindedirler. Eğer herhangi bir konuda konsensüs yoksa, bu anlaşmaya taraf olan söz konusu devletlerden herhangi biri, status quo’yu tesis etmek amacıyla tek başına hareket etme hakkına haizdir” (Müge Vatansever, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 12, Özel Sayısı., 2010, sy.1510-1516).
İngiltere-Türkiye görüşmeleri sırasında ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissenger’in Yardımcısı Sisco’nun yaşanan bu olaya müdahil olmak istemesi ise Türkiye’nin tepki verdiği ayrı bir durumdur. Zira ABD Garanti Antlaşmasında taraf değildir. Türkiye diplomatik girişimleri devam ettirirken Adada ise Rumların tecavüzlerinin devam etmesi üzerine Türkiye’nin Garanti Antlaşması ile elde ettiği Kıbrıs üzerindeki garantörlük hakkına dayanarak bir askeri harekâtı başlattı
Birinci Kıbrıs Barış Harekatı
Giriş kısmında bahsedilegeldiği üzere, Kıbrısın fevkalade öneme haiz stratejik konumda olması her devlet için hakimiyeti/etkisi altına alınması gereken önemli bir coğrafya olması sonucunu doğurmuştur. Kıbrıs’ı elinde tutacak olanlar yadsınamaz bir jeopolitik avantaja sahip olmuşlar ve dahi bu adaya sahip olmakla Doğu Akdeniz ticaret yolunun güvenliğini sağlamışlardır. Bu sebeplerle, devletlerin Ortadoğu ile ilgili planlarında önemli bir jeopolitik konuma sahip bir coğrafyadır. Türkiye’nin adaya müdahalesi ise bambaşka saiklerle gerçekleştirilmiştir. Öncelikle Kıbrıs Barış Harekatı bir işgal operasyonu değildir. Garanti Anlaşması'nın 4. maddesinden kaynaklanan teminat hakkının uygulanmasından ve barışın yeniden tesis edilmesi ve adada yaşayan Türklerin haklarının korunmasının gerekliliğinden kaynaklanan bir operasyondur. Kıbrıs Barış Harekatı, Türk askeri ve mücahitlerinin, Türk Hava Kuvvetleri, Türk Deniz Kuvvetleri, Türk Kara Kuvvetleri ve Jandarma Kuvvetleri'nin çabaları ve başarıları sayesinde gerçekleşmiştir. Türkiye, barış yanlısı, savaş veya askeri müdahaleye rağmen bu hakkın bunu son tercih olarak gördüğünü defalarca ortaya koymuştur. Aynı zamanda Kıbrıs adasında yaşayan Türklerin haklarını doğrudan korumaya çalışmış ve bu konuda politikalar üretmiştir. 15 Temmuz'da gerçekleşen darbe neticesinde ada içindeki siyasi, askeri ve ekonomik koşullar, insanlık suçları ve vahşet durdurulmuş ve bu amaçla müdahalede bulunulmuştur. Ancak Türk kamuoyunun talebi üzerine 20 Temmuz'da Kıbrıs adasına müdahale yapılmış ve iki aşamada gerçekleşmiştir.
Kıbrıs Barış Harekatı ile adadaki Türklerin hakları korunmuş ve Kıbrıs Türkleri için bir nevi güvenli alan tahsis edilmiştir. Kuşkusuz, operasyonun en büyük başarısı birçok insanın hayatta kalması ve vatan dedikleri topraklarda rahatça yaşamaktır. Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi başarısı, uluslararası anlaşmalara ve barışçıl bir devlete ne kadar bağlı olduğunu görmekte ve gerekli insan hakları ihlalleri, zulüm ve katliam vakalarının dünya kamuoyuna sessiz kalacağı tekrar kanıtlanmıştır. Öncesinde ve sonrasında adadaki gelişmeler ışığında Kıbrıs adasına yapılan müdahale Türkiye Cumhuriyeti için zorunluluk olmuştur. Bu müdahalenin Türkler yüzünden olmadığı, adada yaşayan Rumlardan ve Rum yöneticilerinden doğmuş olması oldukça bilinen ve açıkça ortaya konulan bir husustur. Kıbrıslı Rumlar adadaki politikalarını yıkım üzerine bina etmişler ve adada nisbeten var olan sükuneti bozmuşlar ve kanlı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Türkiye bu çatışmaları, daha tek taraflı mezalimi bastırmak için sorunu barışçıl yollarla çözmek adına politikalar geliştirmiş, ancak sonuç bu girişimlerden elde edilememiştir. Geçmişte yaşananlar ve gelişmeler incelendiğinde Türklerin Rumlara yönelik herhangi bir saldırısı ve provokasyonu olmadığını ve Türklerin sadece haklarını korumaya çalıştığını görmekteyiz. Rumların mezalimleri için Turgay Bülent Göktürk’ün “Kıbrıs’ta Rumların Gerçekleştirdiği 1974 Katliamları” adlı makalesinde uzun araştırmaların sonucu yer verdiği ve bizim de oldukça istifade ettiğimiz farklı ülkelerin mecmualarının bu konuda ne dediklerine bakabilir ve durumu daha net görebiliriz:
“Kıbrıs’ın sessizce Rumlar tarafından işgalinden çok sayıda Kıbrıs Türkü EOKA yanlıları tarafından rehin alınmış, Türk tecavüze uğramış, küçükler (çocuklar) herkesin ortasında katledilmiş ve bazı Türk yerleşim yerleri ise (Limasol’daki) yakılarak toptan imha edilmişti” (The Times, Londra, 23 Temmuz 1974).
“Rumların caniliğini anlayabilmek çok mümkün değildir. Örneğin Magosa civarındaki yerleşim yerlerinde Rum çeteleri, insanların kanını donduracak bir vahşetin örneklerini sergilediler. Türlerin hanelerini basarak, canice güçsüz ve savunmasız olan kadın ve çocuklara eziyet edip, öldürdüler; birçok Kıbrıs Türk’ünün boğazını kestiler; Kıbrıslı Türk kadınlarına topluca tecavüz ettiler...” (Almanya’nın Sesi, 30 Temmuz 1974).
“Kıbrılıs Rumlaı, 20.asır gibi yakın bir zamanda çağın gereklerine uygun olmayan bir işe girişip, katliamlarda bulundular. Suçsuz Kıbrıs Türklerini vahşice katlettiler ve bununla da yetinmeyip kazdıkları çukurlara insanları canlı canlı attılar. Gün aydın olduğunda ortaya çıkan vahşetin bu görüntüleri halihazırda dünya kamuoyunun gözleri önüne serilmiş bulunmaktadır. Suçsuz Kıbrıs Türkleri toplu mezarlardan çıkarıldı. Ve böylece uzun zamandır vahşette sınır tanımayan bu Rumların ne denli ileri gittikleri, nasıl aşağılık bir işe giriştikleri ve ne dendi zelil bir mahluk oldukları kanıtlanmış oluyordu....” (James Rayner, Ezilmiş Çiçekler, Lefkoşa 1982, s. 25).
“Türkiye kendi soydaşlarını korumak amacıyla adadaki birliklerini mütemadiyen takviye etmediyse bu gerçekten de Türkiye’ninsonsuz sabrının bir neticesidir. Bunu yapsa idi buna hakkı vardı. Bu zamana kadar inanılan ve dayanak gösterilen uluslararası hukuk, uluslararası anlaşmalara riayet bir mit değilse şayet Türkiye Adadaki soydaşlarını korumak uğruna daha da ileriye gidebilir. Ama durum tam tersi. Konunun vuzha kavuşturulmasından ziyade bulandırmak çabaları vardır. Bu yüzden de hatanın adada meskun her iki taraftan kaynaklandığı öne sürülmektedir. Gerçekte ise bu işlerin tek sorumlusu Kıbrıslı Rumlardan oluşan cani Terör Örgütü EOKA’dır” (Turgay Bülent Göktürk, Amerikan Basınında İzmir Yangını 1922, İstanbul 2016, s. 155).
Türkiye hem Kıbrıs Barış Harekatı'nda hem de tarih boyunca dünyada barış için çalışmanın, insan haklarına saygılı ve barışçıl olduğunu da kanıtlamıştır.Tüm bunların ışığında harekatın başlamasına gelecek olursak, 16 Temmuz 1974 tarihli Milliyet Gazetesi manşetten Makarios’un adadan firar ettiğini duyurmuş ve Başbakan Ecevit’in ve Türk hükümetinin harekatın meşruluğuyla alakalı iddialarını aynen savunmuştur. Yine aynı şekilde 16 Temmuz 1974 tarihli Hürriyet Gazetesi de Sampson hükümetinin adadaki tüm resmi binalara (anlaşmaya aykırı olarak) Yunan bayrağı çektiğini ve Demirel’in açıklamalarına yer vererek “Yunanistan’a verecek tek bir kaya parçamızın bile olmadığını” duyurarak harekatın yapılmasına zemin hazırlamıştır.
Basının bu desteği ile beraber, Başbakan Bülent Ecevit ‘in 20 Temmuz 1974 sabah saat 06:10’da yaptığı aşağıdaki açıklama ile Kıbrıs Harekatının birinci evresi başladı:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma harekâtı başlamış bulunuyor. Allah milletimize, büyün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığı ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışma olmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için, yalnız Türklere değil, Rumlara da barışı getirmek için adaya gidiyoruz. Bu karara ancak tüm politik ve diplomatik yolları denedikten sonra mecbur kalarak vardık. Bütün dost ülkelere, bu arada son zamanlarda yakın istişarelerde bulunduğumuz dost ve müttefiklerimiz Birleşik Amerika’ya ve İngiltere’ye meselenin müdahalesiz halledilebilmesi, diplomatik yollardan halledilebilmesi için gösterdikleri iyi niyetli çabalar için şükranlarımı belirtmeyi borç bilirim. Eğer bu çabalar sonuç vermediyse, elbette sorumlusu, bu iyi niyetli gayretleri gösteren devletler değildir. Tekrar bu hareketin insanlığa, milletimize ve tüm Kıbrıslılara hayırlı olmasını dilerim. Allah’ın milletimizi ve bütün insanlığı felaketlerden korumasını dilerim.”
Türk birlikleri 22 Temmuz’da Girne’yi ele geçirmiş, ancak aynı akşam BM Güvenlik Konseyi’nin 353 sayılı ateşkes kararı üzerine, adada ilerleyişini durdurmuştur. Bu süre içinde Girne-Lefkoşa hattı birleştirilmiştir. Bu müda- halenin ardından, Yunan cuntası ve Sampson yönetimi sona ermiş, yerine Klerides geçmiştir. Adada Türk halkına karşı acımasız bir kıyım söz konusu olduğu için, Türkiye’nin adaya müdahalesi tamamen savunma ve barış için gerçekleştirilmiştir (Hamza Eroğlu, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Kıbrıs Barış Harekâtı, Ankara,1975,sy.67-68).
20 Temmuz’da başlayan ve iki gün sonra yani 22 Temmuz’da sonlanan askeri harekat, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ilk bölümünü oluşturdu. Harekatın başlamasından evvel ve harekat sırasında yayınlanan pek çok ulusal gazete Kıbrıs Harekatı noktasında yekvücud bir görüntü sergilemiştir. 20 Temmuz 1974 tarihli Cumhuriyet Gazetesi “Mehmetçik Kıbrıs’ta” manşetiyle yer verdiği harekatı “Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Türk Hakları” alt başlığıyla desteklemiştir. Bu destekler ve Mehmetçiğin büyük başarısı sonucu 22 Temmuz’da Ateşkes ilan edilmiş bunu ise gazeteler şöyle duyurmuştur:
Türkiye Gazetesi (21 Temmuz 1974): “Lefkoşe’yi Bombaladık”
Hürriyet gazetesi (22 Temmuz 1974) : “Zafer, Zafer”
Milliyet Gazetesi (23 Temmuz 1974) :”Artık Kıbrıs’ta Kimse Türk’ün Kılına Dokunamaz” (Ecevit’in açıklamasına yer vererek)
Milli Selamet Partisi’ne yakınlığıyla bilinen Milli Gazete (23 Temmuz 1974) ise “Ordu Zafere Ulaştı” manşetiyle yayınlandı.
Tercüman Gazetesi (27 Temmuz 1974): “Kıbrıslı 30 Mücahidimizin Kulaklarını ve Burunlarını kesip yakarak öldüren Yunanlı 100 Subay ve Askerin Esir Alındı” alt manşeti ile harekatın gayesini ulvi değerler zeminine yaslıyordu.
Diyanet Gazetesi (22 Temmuz 1974): Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan Diyanet Gazetesi yayın konuları dışına çıkmış ve Kıbrıs Harekâtı İlave Sayısı” çıkarmıştır. Bu gazetede Diyanet’in Kıbrıs açıklaması olarak nitelendirilebilecek bir yazı “Şanlı Ordumuz Kıbrıs’ta” başlığı ile yayınlanmıştır.
“Bugün, şan ve şeref dolu büyük tarihimizin şerefli olduğu kadar sevinçli ve heyecanlı bir günüdür. Hükümetimizin Büyük Türk Milleti ve Devleti adına verdiği, iftihar ve takdirde karşıladığımız tarihi karar günüdür. Yavru vatan Kıbrıs’da, Hak ve Hukuk tanımayan zâlim Rum idaresine kanlı Yunan darbesine karşı Büyük Türk Milleti’nin feveran ettiği, zulme artık “DUR!” dediği mutlu bir gündür. Şanlı ordumuz şeref dolu tarihimize yeni bir şan katmak üzere hak ve barış için bu sabah harekete geçmiş bulunuyor. Hakk’a ve Sulha susayan Kıbrıslı soydaşlarımız, bugün büyük sevinç ve heyecan içindedir” (A.Aydın, “Şanlı Ordumuz Kıbrıs’ta”, Diyanet Gazetesi (22 Temmuz 1974), sy.1).
Bu yazının muhtevasından da anlaşılacağı üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın harekâta vermiş olduğu destek çok sarih bir şekilde ortadadır. Buna ilaveten yine aynı gazetede yer alan haberlere göre Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki din görevlileri orduya maddi yardımlar yapmışlar ve “Din Görevlileri ‘kahraman ordumuzla beraberiz” gibi destek bildirilerinde bulunmuşlardır.
Kıbrıs Harekâtı’nın birinci evresinden sonra ateşkes ilan edilmiştir. 25-30 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilen ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Dış İşleri Bakanlarının 1. Cenevre Konferansı’nda bir araya gelmişlerdir. Bu konferansta Türkiye’nin Adaya müdahalesinin yürürlükte olan Antlaşmalardan kaynaklandığı kabul edilmiştir. Ayrıca çok önemli bir sonucu da bu konferansın Adada meskun “Özel Türk Yönetimi”nin tanınmış olması ve TSKnın Kıbrıs’taki varlığının kabul edilmiş olmasıdır. Bu kapsamda, 31 Temmuz’da da “Cenevre Anlaşması” akdedilmiştir. Cenevre Antlaşması’na göre, Kıbrıs’ta iki otonom yönetimin varlığı hukuken kabul edilmiş, BM tarafından Kıbrıslı Rumlar ile meskun buluna Türk Askeri arasında çatışma olmaması amacıyla bir “güvenlik bölgesi” tesis edilmiştir. Böylelikle bir süreden beri beldeleri sistematik şekilde işgal eden Rumların işgal yerlerinden çekilmelerine karar verilmiş, Türk-Rum birlikte yaşadığı köylerin güvenliğini ise BM Barış Gücü’nün sağlamasına karar verilmişti. Buna rağmen 8 Ağustos 1974’e kadar geçen sürede Rumlar tarafından taciz ve tecavüz ile zaptedilen Türk yerleşim yerleri boşaltılmadı ve BM'ye teslim edilmedi. Tutsaklar salıverilmedi ve bu Türk-Rum birlikte yaşadığı köylerdeki askerler de geri çekilmedi.
Bu sebeple 2. Cenevre Görüşmelerinde (8 Ağustos-13 Ağustos 1974) Türk hükümetinin talepleri karşılanmadı. Dolayısıyla Cenevre Anlaşması’nda alınan kararların da tatbiki mümkün olamadı.
İkinci Kıbrıs Barış Harekatı
Yukarıda belirtildiği üzere Cenevre'de sürdürülen iki görüşme sırasında taleplerin karşılanması noktasında bir uzlaşının olmayacağı görüldüğünde harekâtın bir kez daha yapılması anlamına gelen "Ayşe Tatile Çıksın" parolası Türk Siyasi Tarihinde oldukça meşhurdur. Bu parolayı Türk Dışişleri Bakanı Turan Güneş (CHP), Başbakan Bülent Ecevit'e telefon ile bildirdi.
Böylece 14 Ağustos 1974’te (saat 02:20'de) görüşme sonlandırıldı. Bir önceki harekatta olduğu gibi 14 Ağustos 1974’te sabah saat 04:30'da Kıbrıs'ta mukim bulunan Türk birlikleri meskun oldukları yerlerden hareket etmeye başladılar. Aslında hedef Mağusa ve Lefke hattı idi. Bunda başarılı olundu ve Ada topraklarının yaklaşık %38'i ele geçirildi. Ama buna rağmen Rum birlikleri ricat ederken yol üzerinde bulunan Türk köylerini yaktılar. Dahası bu köylerde meskun, silahsız insanları katletti. Bu vicdansız katliamlar ise harekâtın Türkiye lehinde sonlandırılması sonrası ortaya çıkarıldı.
İkinci Harekatı gazeteler ise şöyle duyurdu:
Milliyet Gazetesi (15 Ağustos 1974): “Jetler Bombaladı. Zırhlı Birlikler İlerliyor.”
Günaydın Gazetesi (16 Ağustos 1974) :”Kıbrıs’ın Önemli Limanı Mağusa’yı aldıktan sonra Aday İkiye Böldük.”
Hürriyet Gazetesi (17 Ağustos 1974): “Lefke ve Omorfo da düştü. Bu iş burada biter”
Hürriyet Gazetesi (18 Ağustos 1974): “Türkler Ezilirken Susanlar, Şimdi Bol Bol Konuşuyor”, “Savaş Bitti, Oyun Başladı”.
Toplam iki harekât boyunca Türk ordusu 498 şehit vermiş, Kıbrıs Türk tarafında ise 70'i mücahit, 270 kişi hayatını kaybetmiştir. Ama tüm bu kayıplara rağmen Barış harekâtı sonrası Kıbrıslı Türkler kendi yönetimlerini kurmayı başarmışlardır. Kıbrıs'ın bugünkü sınırlarının çizilmesine vesile olan bu harekatın sonrasında Ada Türkleri “Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi”ni (1 Ekim 1974'te) kurmuş, kurulan bu yeni yönetimin ilk Cumhurbaşkanı ise Rauf Denktaş olmuştur.
Özetle;
Adnan Menderes Hükümetlerinden sonra Türk Siyasi Tarihi’nde daha çok koalisyon hükümetleri iş başına gelmiştir. Kısa süren ve çoğu zaman da vatandaşa hizmet üretme noktasında oldukça yetersiz kalan iktidarlar Türkiye’nin siyasi olarak istikrarsızlığına neden olmuştur. Başlangıç itibari ile böyle bir görünüm sergileyen Başbakan Bülent Ecevit (CHP) ve Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan (MSP) ortaklığıyla 26 Ocak 1974 tarihinde kurulan 37. Hükümet kısa süren iktidarı döneminde Türk Siyasi tarihine damga vuracak bir harekât gerçekleştirmiştir. Bu harekatın başarılı bir biçimde nihayete erdirilmesi önemli bir konu; ancak bu başarının sağlanması noktasında siyasi ideolojik yelpazenin birbirinden çok farklı taraflarında yer alan iki siyasi partinin Türkiye’nin bölgesinde yeterli bir güç olabilmesi ve Kıbrıs Türklerinin mal, ırz ve namuslarının korunması amacıyla birbirleriyle uyumlu çalışmaları, siyasi farklılıkları, ideolojik uzaklıkları görmezden gelmeleri meselesi ise bu harekatın çıktıları içerisinde değerlendirilebilecek fevkalade bir husustur. Bu hükümetin kuruluş itibari ile bakanlıkların dağılımında adilane olunması belki bu ortaklılığın nispeten uyumlu çalışması açısından önemli olarak addedilebilir. Bahsedildiği üzere, Başbakan Bülent Ecevit liderliğindeki hükümette, Necmettin Erbakan Başbakan Yardımcılığını yürütmekteydi. Dışişleri Bakanı Turan Güneş (CHP), İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (MSP); Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık (CHP), Adalet Bakanı Şevket Kazan (MSP); ve Maliye Bakanı da Deniz Baykal (CHP) yer alıyordu. Bir hükümetin idaresinde hiç kuşkusuz en önemli bakanlıklar yukarıda mezkûr bakanlıklardır. Bu kapsamda bunların birinin yek diğeri ile uyumlu çalışması hükümetin geleceği açısından oldukça hayati bir öneme sahiptir. Hükümetin kuruluş aşamasında Dış İşleri Bakanlığının CHP’ye, İç İşlerinin MSP’ye verilmesi örneğindeki gibi hükümetin işlerliği bu iki partinin ortaklığının sağlamlığına bağlıydı. Oysaki meclisteki sandalye sayısı açısından Cumhuriyet Halk Partisi Milli Selamet Partisinden çok daha avantajlıydı. Ancak bu avantaj bakanlıkların dağılımında MSP açısından bir dezavantaja dönüştürülmemişti. Bu değerler üzerine kurulan hükümet, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında ülkenin menfaatleri noktasında hareket etmiş ve kararlar hususunda mutabık kalınarak ilerlenilmiştir. Yukarıda Hürriyet, Milliyet, Günaydın, Tercüman, Milli Gazete, Türkiye Gazetesi ve Diyanet Gazetesi manşetlerinden ve ekte yer alan bu gazetelerin içeriklerinden anlaşılacağı üzere 1965 yılından itibaren ideolojik zeminini “Ortanın Solu” olarak konumlandıran CHP ile Erken Cumhuriyet Dönemi modernleşmesinden görece farklı bir çizgide, geçmiş, maneviyat ve ulvi değerler vurgusu yaparak bunları “Milli Görüş” siyasi anlayışı şemsiyesi altına alan MSP’nin ortaklığını hemen hemen hiçbir gazete sorun etmemiş (harekat sırasında), ülkenin menfaatine uygun olacak şekilde hükümetin devamı ve harekatın başarıya ulaşma noktasında bir birliktelik sergilemişlerdir. Özellikle Türkiye Gazetesi ve Millî Gazete’nin bu harekâtı ideolojik ayrılıklara girmeden sonuna kadar desteklemesi önemli bir husustur. Daha da önemlisi, daha evvelce bahsedilen şekilde Diyanet Gazetesi’nin yayın konularının dışına çıkıp manifesto niteliğinde bir yazı yayınlayarak Kıbrıs Barış Harekatı’na desteğini güçlü bir şekilde açıklaması, Din Görevlilerin Orduya destek için hem dua etmeleri hem de maddi destekte bulunmaları bu barış harekatının ideolojik farklılıklara odaklanmadan tüm Türkiye’nin meselesi olmasına yardım etmiştir. Aynı şekilde Milli Selamet Partisi’ne yakın Millî Gazete’nin Kıbrıs’ın “kılıç hakkı” olarak görülmesi hususunda değerlendirmeleri harekata kuşkusuz Ecevit’in siyasi anlayışından farklı bir yaklaşım olarak görülmesine rağmen MSP’ye ayrı bir motivasyon sağladığı çok açıktır. Oysa ki iktidar ortağı olsalar da birbirinden uzak noktalarda bulunan bu partilerin ve farklı dünya görüşüne sahip söz konusu bu gazetelerin ülkenin menfaati ve Kıbrıslı Türklerin felaha erdirilmesi için bile müştereken hareket etmesi oldukça güç bir iştir. Bunun ne kadar zor olduğunu ölçümleyebilmek adına günümüz Türkiye’sinde ülkenin güvenliği ve menfaatleri uğruna yapılan sınır içi ve sınır dışı operasyonlara bakmak, büyüğü ve küçüğüyle muhalefet partilerinin çoğu kez yekvücud olmamalarına ve böylelikle ordunun motivasyonunu kuvvetlendirme noktasında hiç de olumlu hareket etmemelerine bakılabilir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın bizlere gösterdiği en önemli husus işte budur. Her ne kadar ideolojik farklılıklara sahip de olsalar Partiler ülkenin menfaatleri söz konusu olduğunda ortak hareket edebilmelidir. Harekat sırasında sağlanan bu siyasi birliktelik, Mehmetçiğin Kıbrıs’ta başarıya ulaşmasına, Kıbrıslı Türklerin varlığının kabul edilip, can ve mal güvenliklerinin güvence atına alınmasına, Türkiye’nin bölgesinin önemli bir gücü olduğunun gösterilmesine, uzun zamandır savaşmayan bir ordunun kendine güveninin gelmesine, sonraki nesiller için model bir ittifakın nasıl olmasının ip uçlarının verilmesine ve Türkiye’nin diplomasi kanallarını sonuna kadar kullanmasına rağmen uzlaşmanın sağlanamaması üzerine uluslararası antlaşmalar çerçevesinde meşru bir hakkını kullanmada ne kadar istekliği olduğunun gösterilmesi noktasında oldukça etkili olmuştur.
Tayfun Gümüş Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.